AVATAR VİCDANIN GÖZYAŞLARI

Size bugünkü yazımda, film gibi bir masal anlatmak istiyorum. Bu masal, izleyeceğiniz veya izlemiş olduğunuz, izlemeyi düşündüğünüz, belki de hiç izleme imkânı bulamayacağınız “Avatar” filmi hakkındadır. Masalı anlatma gayem, bu filmin verdiği açık ve gizli mesajları daha iyi anlamanıza yardımcı olmaktır.

“Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer berber iken, pireler tellal iken, ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, güzel bir ülkenin mutlu insanları varmış. Bu insanlar, kendisi ile barışık, doğayla dost bir şekilde yaşayan uyumlu ve huzurlu kişilermiş. Güzel ninniler ile çocuklarını büyütürler, bilge insanlardan masallar dinlerlermiş. Sahip oldukları kutsal değerlere göre biçimlendirdikleri dünyalarında, doğal yaşamın önemli bir yeri varmış. Hayvan ve bitkilerin hal dilini anlar, onları dinler ve hissederlermiş.

Doğada bir enerjinin sürekli bir döngü halinde olduğuna ve bu enerjinin bütün evreni kapladığına inanırlarmış. Bütün canlıların konuştuğuna, kutsal ağaçlarının bu sesleri duyduğunu ve hiçbir sesin kaybolmayıp evrende kaydedildiğini bilirlermiş. Muhteşem, kutsal ve rengârenk ağaçlarının içinde kendilerine yaptıkları harika bir ev içinde yaşarlarmış.

Anka kuşu gibi havada uçan güçlü bineklerinin yanında at gibi sadık ve ehlileşmiş binekleri varmış. Binekleri ile kurdukları gönül bağı aracığıyla adeta onlarla bütünleşerek kırlarda doyasıya koşar ve havada heyecanla uçarlarmış. Güzel çiçekleri koklar, billur ırmaklardan su içer ve yemyeşil ormandaki bütün canlılarla kardeş gibi yaşarlarmış. Kendilerine zarar vermeyen hiçbir canlıya dokunmaz, ancak hasta ve yaralı hayvanları avlarlarmış. Kahramanlıkları dilden dile yayılan bu iyi kalpli insanların güç ve kuvvetleri adeta destanlaşmış. Sanki bir ağaç deseni gibi doğal ortamla bütünleşen bu insanlar, doğanın ritmini yakalayıp, danslarıyla doğanın şarkısına eşlik ederlermiş. Süs eşyalarını kurumuş ağaç dallarından yapar, boyalarını bitki kökleri ve kabuklarından üretirlermiş. Vücutlarını ormanın rengine ve desenine uygun şekilde süslerlermiş. Kapları çömlekten, okları ağaçtan, yatakları ise ağaç dallarındanmış. Çocuklarını bir savaşçı gibi yetiştirdikten sonra, kahramanlık payesi verdikleri törenlerini coşku ile kutlarlarmış. Kutsal günleri, kutsal inanışları ve kutsal bir ağaçları varmış. Kadınları ise, en az erkekleri kadar kahramanmış. Bir cenneti andıran bu ülkede huzur, dostluk, kardeşlik, mertlik, aff, erdem, gibi vasıflar kutsal değerlerden sayılırmış. Empati kurmak, yaralıya ve düşküne yardım etmek, vefalı olmak bu insanların önemli özelliklerindenmiş.

                Bu ülkeye bir gün umulmadık bir zamanda yabancı ve hırslı insanlar gelmiş. Evleri ağaç değil, demirden, binekleri atlar değil çelikten kuşlarmış. Silahları ok değil, ateş saçan acımasız makinelermiş. Bu yeni insanların Kutsal değerleri yalnızca madde ve servetmiş. Paraya çevrilecek her şeyi alır, satar ve bunun için her yeri yıkıp yakabilirlermiş. Bu acımasız insanlar hazine aramak için yola çıkmışlar. Yerli insanların üzerinde yaşadığı toprakların altında çok değerli altın ve mücevherler olduğunu keşfetmişler. Bu açgözlü yabancı insanlar, mutlu ülkenin mutlu insanlarından ne istemişler biliyor musunuz? Yaşadıkları o güzel toprakları terk edip gitmelerini.

Gürültü ile gelmişler ormana ve kocaman makinelerle yakıp yıkmaya başlamışlar. Onlara göre ormandaki ekosistem hiç önemli değilmiş. Ormanın ruhu ve şarkısı, rüzgârın dansı, ağaçların meyvesi değersizmiş. Hele bu ormanda yaşayan insanların hayallerinin hiçbir kıymeti yokmuş. İhtiraslı, menfaatçi, mağrur ve kapitalist bu yabancı insanlar, yerli halkın topraklarını yavaş yavaş almaya, yuvalarını yıkmaya ve doğayı tahrip etmeye başlamışlar. Bunu yaparken bir yandan da yerli halkı açtıkları okullarda “eğitme” adı altında asimile ederek kendi inanç ve değerlerini öğretmeye çalışmışlar. Ne yaparlarsa yapsınlar yerli insanları yerlerini terk etmeye ikna edememişler.

Bir gün onların sırlarını öğrenmek için sinsi bir plan yapmışlar. Yerli insanların vücutlarını modelleyerek ruhlarını taklit etmiş ve ürettikleri prototipleri bu iyi niyetli insanların arasına casus olarak göndermişler. Yerli halkın arasına karışan casuslar can alıcı bilgileri komuta merkezlerine göndermiş ve böylece yabancı insanlar bu güzel ülkenin nasıl yıkılabileceğini öğrenmişler. Bir türlü kendilerine saldırmayan yerli halkı tahrik etmek için onların kutsal ağacına saldırmaya karar vermişler. Kutsal ağacını koruyacak insanlara da verecekleri ismi bulmuşlar “terörist”.

Bu arada casuslar, yerli insanların iyiliğine ve güzelliğine hayran olmuşlar. Bundan sonra ne pahasına olursa olsun onlarla birlikte yaşamaya ve kendi arkadaşlarına karşı savaşmaya ant içmişler. Yerli insanlar bu özverili yaklaşımı, atalarından miras kalan öğretilerine göre, şu şekilde ifade etmişler, “bir insanı anlamanın en iyi yolu, onun ayakkabısını giymektir. Siz bizim ayakkabımızı değil bedenimizi giydiniz. Fakat biz biliriz ki, en kötü insanın bile bir vicdanı vardır. İnanlıktan vicdanı kaldırmak imkânsızdır. Sizin vicdanınızın sesini dinlediğinizi biliyoruz ve sizi kendimizden biri gibi kabul ediyoruz”. Bu iyilik ve yardımseverliğe karşılık silahların ve kocaman dozerlerin altında kalmaktan ve öldürülmekten kurtulamamışlar. Bu kahraman insanların kalbini mutluluk yerine hüzün, endişe ve korku kaplamış.  Liderlerinin etrafında toplanmışlar. Korkup kaçmayı mı, yoksa yiğitçe savaşmayı mı seçmeleri gerektiğini tartışmışlar. Hep birlikte, acımasız düşmanlara karşı kanlarının son damlasına kadar mücadele etme kararı almışlar ve öyle de yapmışlar. Onlara kutsal savaşlarında rüzgâr, su, anka kuşları ve filler ile ormandaki bütün canlılar yardım etmiş. Sonuçta şirin bir cennet ülkesine benzeyen yurtları ve kutsal ağaçları mahvolmuş. Minik çocukları ve şefkatli anneleri ölmüş. Zavallı ve yardıma muhtaç yaşlı insanlar perişan olmuş. Firdevs cenneti gibi bir ülke çöle dönüşmüş. Hani masallarda kalan bir söz vardır ya” ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz”. İşte eski Bağdat’a benzeyen masal ülkesi, bugünkü Bağdat gibi yanıp yıkılıp harap olmuş. Ayakta kalan birkaç yerli ile vicdanının sesini dinleyen birkaç yabancıdan başka kimse kalmamış. Zalim yabancılar yenilmiş ve bu eski güzel ülkeyi terk etmişler. Fakat ortada ne güzellik kalmış, ne şiir, ne kutsal ağaç. Geriye, yalnızca yıkılan yuvalar, öldürülen insanlar, yetim kalan çocuklar, hayal kırıklıkları, feryatlar, gözyaşı, acı, kin, öfke ve keder kalmış.”

                Dünya’nın en pahalı filmi olan “AVATAR” aynı zamanda en çok gişe rekorları kıran bir film olarak hatırlanacak. Filmin konusu nedir derseniz, “yukarıda anlattığım masaldan başka bir şey değildir” diye cevap vereceğim.

                Filmin güçlü yönleri bu güne kadar her yerde anlatıldı, durdu. Üç boyutlu olması, ses ve görüntü efektleri ile çok orijinal bir film olması vbg... Burada benim üzerinde duracağım özelliği, filmin büyük bir itiraf olduğu gerçeğidir. Kızılderili insanlara benzer zulümlerin en acımasız örnekleri ile hücum eden, büyük bir kültürü altın ve elmas, petrol ve arazi için yok eden insanların neslinden gelen temiz vicdan sahipleri, bugün günah çıkarıyor. Avustralya’da Aborjin’lere, Çanakkale’de Osmanlı insanına, İkinci dünya savaşında Japonlara, dün Bağdat ve Gazze’de, bugün Afganistan’da yaşananlar, yerli kültürlerin yok edilmesi yönüyle “AVATAR” filminde anlatılanlardan noksan değildir.

                Avatar, bir yönü ile batı insanının vicdanı ile hesaplaşmasıdır. Diğer yönüyle de, yerli insanların kutsal değerlerine saldırmak suretiyle, yeni düşmanlar üretme mantığını açıklamaktadır. Filmde vatanı ve özgürlüğü için savaşmak yüceltilirken, savaşan kahramanların dev gibi korkunç makinelerin altında ezilmesi ile izleyicilerin cesaretleri kırılmaktadır. Filmle özdeşleşen etkilenmeye açık insanların, gençlerin ve özellikle çocukların bilinçaltına “ne kadar savaşılırsa savaşılsın teknolojik üstünlüğün galip geleceği” mesajı verilerek özgüvenleri zedelenebilir. Vatanını savunan insanlardan “birkaç kahraman hayatta kalsa da, ülkenin tamamen yok olacağı ve kahramanlığa gerek olmadığı” mesajı gizli olarak verilmektedir. Bu da milli şairimiz Akif’in milli şuurumuzun zirve ifadeleri olan “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, benim iman dolu göğsüm gibi ser haddim var, ulusun, korkma nasıl böyle bir imanı boğar, medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraları ile çelişmektedir. Bu sahneleri seyreden, “gençlerimizin gelecekte dedeleri ile aynı imanlı duruşu ve milli ruhu sergilemesinin mümkün olup olamayacağını” sorgulamamız gerektiğini düşündürmektedir.

                Avatar’ın her sahnesine, bir şekilde batı felsefesinden kaynaklanan acımasız kapitalizmin saldırganlığı ve duygusuzluğu sinmiş haldedir. Yerli kültürlerin insani ve doğa dostu tutumu duygulu ve acıklı bir şekilde resmedilirken, hiçbir şeyin paradan daha değerli olmadığı vurgulanmaktadır.

                Bu film için “çevreci bir film tanımlaması” en son söylenecek sözdür. Bunun yerine söylenebilecek tek bir cümle olabilir:  “AVATAR FİLMİ, VİCDANIN GÖZYAŞLARIDIR.”

Nadir Çomak

25.02.2010

nadir.comak@gmail.com


Facebookta paylaş
Twitter'da paylaş
Google+'da paylaş!
Pinterest'te paylaş!
Yorum ekle

Yorum ekle

    • bowtiesmilelaughingblushsmileyrelaxedsmirk
      heart_eyeskissing_heartkissing_closed_eyesflushedrelievedsatisfiedgrin
      winkstuck_out_tongue_winking_eyestuck_out_tongue_closed_eyesgrinningkissingstuck_out_tonguesleeping
      worriedfrowninganguishedopen_mouthgrimacingconfusedhushed
      expressionlessunamusedsweat_smilesweatdisappointed_relievedwearypensive
      disappointedconfoundedfearfulcold_sweatperseverecrysob
      joyastonishedscreamtired_faceangryragetriumph
      sleepyyummasksunglassesdizzy_faceimpsmiling_imp
      neutral_faceno_mouthinnocent
Okunamayan kodu yenilemek için resmin üstüne tıklayınız