Hazırlayan: Orman Mühendisi Yüksek Çevre Tasarımcısı Gülcan NAİR
1-Erguvan(Cercis siliquastrum)
Bu güzelim ağaç, insanların gaddarlığına habersizce alet olmuş ve insafsızca suçlanıp, töhmet altında kalmıştır. Hıristiyanlık aleminde, İsa Peygamber'in çarmıha gerildiği ağaç (Jude tree) olarak bilinir. Bu bağlamda, bazı yabancı kitap ve ansiklopedilerde bir rivayetten söz edilir. Bu ağaç her sene, tomurcuklarından soluk pembe-beyaz açan çiçeklerini utancından kızartır, kırmızıya boyarmış. (YALTIRIK F., 1997)
Başka bir rivayete göre İsa'ya ihanet eden Yahuda, bu ihanete dayanamayıp, kendini erguvan ağacının dalına asar. O güne kadar beyaz çiçekler açan ağaç bu olaydan öylesine utanır ki, çiçekleri kızarır, bugünkü erguvan rengini alır.
Erguvanın Osmanlı kültüründe de özel bir yeri var. Yazar Ramis Dara'nın yayına hazırladığı ‘Erguvan Zamanı' adlı kitaptan edindiğim bilgilere göre, yüzyılın başında Bursa'da ‘Erguvan Bayramı' kutlanıyordu. Bu bayramın öyküsü şöyle: Buharalı bir çömlekçinin oğlu olan Seyyid Ali (Seyyid Şemseddin Muhammed bin Ali el- Hüseyni el Buhari) Medine'deyken rüyasına Hz. Muhammed girer ve ona, ‘Anadolu'ya gidip hizmetini orada sürdür' der. Seyyid Ali bunun üzerine tasını tarağını toplayıp yola çıkar. Bursa'da yerleşmeye karar verir.
Kısa sürede tanınır, Bursalılar onun ziyaretine koşar. Henüz 22 yaşında olan Seyyid Ali, ‘Emir Sultan' diye anılmaya başlanır. Emir Sultan bir süre sonra, Sultan Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Hatun'la evlenir, saraya damat olur. Osmanlı ordusu artık onun duasını almadan sefere çıkmaz olur. Herkes tarafından çok sevilen Emir Sultan 1429 yılında vefat eder. O tarihten itibaren bahar başlangıcında -erguvanlar çiçeğe bezenince- Türkiye'nin dört bir yanından gelen müritleri, Emir Sultan'ın türbesini ziyaret eder. Kalabalıkların Bursa'da buluştuğu bu dönem, ‘Erguvan Cemiyeti, Erguvan Faslı, Erguvan Bayramı' diye anılmaya başlanır. (http://www.hurriyetim.com.tr, Mehmet YAŞİN'in 04.04.2004 tarihli yazısından.)
2-Gülibrişim{Albizzia julibrissin)
Yabancı kitaplarda "ipek ağacı" veya "İstanbul Akasyası" da denilen Gülibrişim ağacının botanik dünyasındaki bilimsel adı "Albizzia jülibrissin" dır. Doğa sever bir İtalyan Filippo Degli Albizzi, 1745 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'da Gülibrişim ağaçlarını görmüş ve çok beğendiği bu ağaçlardan topladığı tohumları Floransa'ya götürüp bahçesinde yetiştirmiş. Daha sonra, 1787 yılında Antonio Durazzini adındaki botanikçi, o güne kadar bilimsel bir adı olmayan bu güzel çiçekli ağaca, İstanbul'dan Floransa'ya tohumlarını getirip bahçesinde yetiştiren doğa severin adını vermiş: ALBIZZIA. Bu tür İran'dan Orta Çin'e ve Kuzey Hindistan'a kadar geniş bir yayılış alanına sahip; ama Türkiye'nin doğal ağacı değil. 1745'ten önce İstanbul'da bu sevimli ağaç türü yetiştirildiğine göre, nasıl ve kimin tarafından Türkiye'ye getirilmiş olduğuna ilişkin akla bir soru gelebilir. Bu sorunun yanıtı tam olarak bilinmiyor; ancak bu tür, büyük olasılıkla Türkiye'ye Çin'den veya İran'dan "İpek Yolu" ile getirilmiş olabilir. İstanbul'a da kervanların taşımış olması muhtemeldir. Çünkü, Gülibrişimin yaprakları ve özellikle bakla meyveleri yem olarak büyükbaş hayvanlara veriliyor.
Gülibrişim ağacının gövde kabukları kül renginde, parlak ve pürüzsüz (çatlaksız); iç kabuk ise pembemsi-beyaz renkli ve acı. Çin ve Hindistan'daki fakir köylerde, bu ağacın kabukları öğütülerek toz haline getirilip sabun gibi kullanılıyor; suda köpürüyor. Ayrıca, tanence zengin olduğundan dericilikte de faydalanılıyor.
3-Zeytin(Olea europaea)
Zeytini 60 milyon yıl önce Akdeniz çevresine yerleşmiş olduğunu gösteren fosilleri bulunmuştur. Fakat o, soylu bir kültür ağacı olarak Akdeniz çevresine bizim kıyılarımızdan
geçmiştir. Helenistik devirden kalan heykel ve abidelerdeki rölyeflerinden anlaşılıyor ki zeytin ne kadar eski bir kültür ağacıdır. Zeytin ve zeytinlikler Akdeniz'in mavisi gibi kıyı manzaralarının belirgin bir unsuru, Akdeniz peyzajlarını tasvir eden ozan ve ressamların vazgeçemedikleri bir motif olmuştur.
Tarih boyunca, değişik kültürlerde zeytin barışın ve umudun temsilcisi olmuştur ve bazılarınca zeytin ağacı ve meyvesi kutsal kabul edilmiştir. Bu nedenle insan yaşamının ilgisini çok az şey zeytin kadar çekebilmiştir. Geçmişi günümüzden 10 bin yıl öncesine dayanan zeytin, yunanlı sporculardan, azizlere ve ilk hekimlere kadar eski tarihin tanrı ve tanrıçaları tarafından kutsal sayılmak suretiyle birçok efsanenin de kaynağı olmuştur.
Adem ölümünden önce tanrıdan merhamet diledi ve bunun için oğlu Şit' i görevlendirdi. Şit cennet bahçesindeki iyilik ve kötülük ağacından üç tohum aldı ve babasının ağzına koydu. Babası gömülünce tohumlar yeşerdi ve bu tohumlardan zeytin ağacı, sedir ağacı ve servi büyüdü.
Geçmişten günümüze kadar uzanan geleneklere baktığımızda zeytin ağacının yaprakları zafer, akıl, ve barışı simgelemiş, bir zeytin dalı ile Nuh' un gemisine geri dönen güvercin, o büyük sel felaketinin sona erdiğine işaret sayılmıştır. Gerek tarih ve gerekse günlük yaşamdaki yeri bakımından içinde bulunduğumuz coğrafya dışında zeytinin tarihi izlerini bu denli görmek mümkün değildir.
Zeytinin orijini konusunda iki görüş vardır: birincisi, zeytinin ilk olarak Ege, Anadolu'nun Akdeniz kesimleri, Suriye ve Lübnan' da ortaya çıktığı, ikincisi ise orijininin Mısır, Kuzey Afrika'nın Atlas dağları kesimleri olduğudur. Asur'lular ve Babil' lilerin yarattığı Mezopotamya medeniyeti zeytinle tanışıyordu, hatta bunu bir ticaret aracı olarak bile görüyorlardı. Urla' da, Çeşme' de yapılan kazılarda bulunan kap kacakların zeytin ve zeytin ürünleri yapımında kullanıldığı ve tarihinin milattan önce 3. yüzyıla uzandığı görülmektedir. Kazılardan çıkan bir başka sonuç zeytin endüstrisinin en az beş bin yıllık olduğudur. Helenistik devirde zeytin ağacı kutsal sayılıyordu ve zeytin ağacını kesenler ölümle cezalandırılır ya da sürgüne gönderilirdi
Urla' da bulunan, zeytin saklama ve taşıma amacıyla kullanılan amforalara Karadeniz' deki kolonilerde ve başka bir takım lokasyonlarda da rastlanması zeytinin aynı zamanda bir ithalat ve ihracat ürünü olduğunu göstermektedir. Ticaretinin yapılması için Akdeniz' de özel gemiler yaptırılıyordu. Zeytincilik zamanla yayılmış ve, Avustralya, Güney Afrika ve Çin gibi iklimin ve toprağın müsait olduğu her yerde, yapılmaya başlanmıştır.
Kur' an-ı Kerim' de zeytinden söz ediliyor. Kur'anda bu zeytin ağacının Sina dağı' ndan geldiği, meyvelerinden yağ elde edildiği ve bu yağın yemeklere lezzet vermek için kullanıldığı yazılıdır.
Zeytin ağacının yetiştirilmesi ve bakımı oldukça zordur ama zeytin ağacı bu emeğin karşılığını cömertliğiyle öder. Belki de zeytinin barışın sembolü olması da bu yüzdendir.(http://www.tariszeytin.com.tr/)
4-İncir(Ficus carica)
İncir de zeytin gibi eski bir Akdenizlidir. Yarım milyon yıl önce Avrupa'nın güneyinde yaygın olduğu fosillerinden bellidir. Bir kültür ağacı olarak ama, o da zeytin gibi bizden gitmiştir. Akdeniz çevresine zeytini yayanların Fenikeliler olduğu söylenir. Yunanistan'a Homeros'ten sonra gelmiş olacak ki Ilyada'da onun adı geçmiyor. Fakat çiçeklerinde tozlanma ve döllenmeye aracılık eden ve incirde kuluçka çıkaran sinekle incirin meyve tutması arasındaki ilgiyi Aristoteles bile sezmiştir. Romus ile Romulus'u efsanevi kurt, bir incir ağacı altında emzirmiş.
Eski çağlarda bile incir çeşitleri arasında seçmeler yapılır ve bizim Ege'den gelenler pek makbul sayılırmış. Onun için Linne Ege kıyılarının eski adı Carica (Karya okunur) dan yararlanarak incire, Ficus carica "Karyalı incir" adını takmıştır.
Diğer bir görüşe göre incirin anavatanı Suriye ve Filistin'dir daha sonraları ilkin Anadolu'ya oradan da Yunanistan'a doğru yayılmıştır incir. bütün bu topraklarda bereketin simgelerinden olagelmiştir. yunan mitolojisine göre demeter kendisini konukseverlikle ağırlayan phytalos'a armağan olarak yaratmıştır incir ağacını.
Çağlar boyu "cennet meyvesi" olarak anılan incirin insanlık tarihinin başlangıcına tanıklık ettiğine dair inanç nedeniyle bütün dünyada kutsal kabul edilmiştir.İncil'de en fazla adı geçen incir ağaçlarının Cennette olduğu inanıldığından incire çağlar boyu "Cennet Meyvesi" denilmiştir.İncil'e göre Cennetteki incir ağaçları bilgece Adem ve Havva'nın çıplaklıklarını yaprakları ile örtmüştü.
(İ.Ö.2000'de Babylonian Kutsal Kitabında zikredildiği gibi İ.Ö.2900'de Sümer erken döneminde incirin tıbbi amaçla kullanımına önem verilmekteydi.)
Efsaneye göre Yunan Tanrılarından Demeter,"sonbahar meyvesi" olan inciri biz ölümlüler için yarattı.Yine efsaneye göre Klopatra'nın en gözde meyvesi incirdi ve ne yazık ki incir dolu sepetteki yılan nedeniyle son nefesini verdi.
İncir eski Yunan'daki Olimpik atletlere antrenman yemeği olarak sunuluyordu,ayrıca ilk Olimpiyatlarda kazananlara madalya olarak defne yaprağı yerine incir yaprağı veriliyordu.
Tarih boyunca bereket ve başarının sembolü olan incir,dünya üzerindeki 750 çeşidin üzerindeki popülasyonu ile bu gerçeği kanıtlamaktadır.(http://proxy-mail.mailcity.lycos.com/bin/redirector.cgi?class=1&url=http%3a%2f%2fwww%2eblackfig%2ecom%2ftarihce%2ehtm&uuid=11291&partner_key=mailcity)
5-Ehrami Servi(Cupressus sempervirens)
Servinin asıl yurdu Ege adaları ve bizim Akdeniz kıyılarımızdır. Toroslar'da dalları yaygın bir soyu bile vardır. Eskiden beri ona mistik bir gözle bakılmış, nazardan koruduğuna inanıldığı için eski Roma'da bahçelerin çevresine serviden çit çekilirmiş. Roma imparatorluğu zamanında servi kerestesi pek makbul ve pahalıymış Büyükçe bir servi kütüğü bayağı bir servet sayılırmış Bundan dolayı Pilinius'a göre, kız çocuğu olanın, ilerde çeyizini karşılamak için bir servi fidanı dikmesi adetmiş. Serviden ilah figürleri ile güve girmez sandıklar işlendiği gibi zenginlerin tabutu da servi tahtasından yapılırmış. Koyu nefti, endamlı tacı, öteki ağaçların yeşillikleri içinden sıyrılarak mavi göklere yükselen servinin, vakarlı, ağırbaşlı görünüşü insana hüzünle karışık garip bir duygu verir, çok da yaşadığı için belki, eski Roma'da ebedi hayatın sembolü sayılır ve cenazeleri yakmak için tutuşturulan ateş yığınlarında servi dalları yakılırmış. Bilmem bu mitle ne ilgisi var, bizde de kabristanlara servi dikilir. (BİRAND H., 2001)
Bizanslılar zamanında Baltalimaın'nda İstinye koyuna kadar uzanan saha büyük bir Servi ormanı halinde idi ve "Servili Orman"(Kyparodos) ismi ile ünlüydü. iki sebeple Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un Fethinden önce, burasını bir nevi tersane olarak kullanmıştı. Baltalimanı deresinin iki kenarına sağlam rıhtım yaptırmıştı. Böylece burası Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk savaş limanı olmuş ve Baltaoğlu Süleyman Paşa'ya izafeten de Baltalimanı ismini almıştır. Donanmanın yapımında buradaki ormandan geniş ölçüde yararlanılmıştır. Bizans, büyük olasılıkla ulaşım güçlüğü yüzünden, Marmara Denizi ile Haliç arasındaki tarihi yarımadaya sıkışıp kalmış, Boğaziçine pek rağbet etmemiş, bir iki balıkçı koyu dışında, yerleşme olmamıştır. Oysa, yukarıda saydığımız koyların sırtlarında dikim yolu ile Servi ormanları kurmuşlardır. Büyük olasılıkla ticaret ve harp gemilerinin yapımı için gerekli direk ve keresteyi bu küçük koylardan sağlamışlardır. Evliya Çelebi'nin belirttiği gibi, Fatih Sultan Mehmet, Kasımpaşa-Hasköy arasındaki Tersane Bahçesine 12.000 adet satrançvari Servi ağacı diktirmiştir. Büyük olasılıkla bunun amacı da Kasımpaşa'da kurulacak tersaneye kolayca gemi direği ve kereste sağlamaktır. (YALTIRIK F.,1997)
Akdeniz çevresinin ticaretle uğraşan en eski kavimlerinden Finikeliler, Servi'yi özellikle gemi inşaatında çok kullanmışlardır.
6-Atkestanesi(Aesculus hippocastanum)
Atkestaneleri Avrupa Kentlerinden önce İstanbul Saray bahçelerinde boy göstermiştir. Büyükelçi Busbecq bu ağaç türünün, kestane meyvesine benzeyen tohumlarını Türk askerlerinin atlarına yedirdiklerini, "Atkestanesi" adinin bununla ilgili olduğunu ifade etmiştir. Oysa birçok kitaplarda yaprak sapı izinin sürgün üzerinde bıraktığı iz ‘at nalına' benzediğinden adının da bu benzetmeden doğduğu belirtilmektedir. Türk süvarileri Atkestanesi tohumlarını, Busbecq'in yanlış olarak belirttiği gibi atları beslemek için değil "Soluğan" hastalığını gidermek için verirlerdi. (YALTIRIK F.,1997)
7-Dut(Morus sp.)
Anadolu'nun hemen hemen tüm köy, kasaba ve kentlerinde yüzlerce yıldan beri dikimi yapılmış olan bir ağaç türüdür. Dutun vatanı olan Çin'den ne zaman getirildiğine dair bir bilgiye sahip değiliz; ancak Anadolu, İstanbul ve yakın çevresinde kültüre alınışı, ipek böcekçiliği ile ipek dokumacılığının başladığı yıllara dayanır.
Wilkinson (1981 )'a göre Avrupa'da ve İngiltere'de, evlerde ipek böceklerini besleyebilmek için Akdut ve Karadut ağaçlarının bahçelere dikimi 14.üncü yy. da başlamıştır.
Oxford'da, Kolej ve Üniversite bahçelerine Akdut'un dikim tarihi 1604'dür. Akdut ve Karadut büyük olasılıkla Anadolu'ya Çin'den İpek Yolu ile Avrupa'ya götürüldüğü yıllardan daha önce Bizans Döneminde getirilmiş ve İstanbul ve Marmara çevresinde yetiştirilmeğe başlanmış olabilir.
Osmanlı döneminde ve 1950'li yallara kadar da Cumhuriyet döneminde İstanbul'da köşk, konak ve ahşap evlerin bahçelerinde bir veya iki ağaç Akdut; bahçe geniş ise Mordut ve Karadut da bulunurdu.
Mecidiyeköy'de bugünkü Ali Sami Yen Stadyumunun kapladığı alanlar, Dikilitaş Beşiktaş (Ihlamurluk) arasındaki sırt ve yamaçlar dutluktu ki bu dutluklar Beşiktaş'taki Sarayların meyve gereksinimini karşılamak için kurulmuşlardı. II.inci Dünya Savaşı yıllarında, İstanbul'da pazar günleri halk, çoğunlukla Beşiktaş'ta oturanlar, en uzak mesafe olarak Mecidiyeköy dutluklarına giderler, ağaçların altında piknik yaparlardı (Borulu gramofonla Hafız Burhan'ın taş plaklara okuduğu gazeller dinlenirdi).
8-Çin Yelpaze Çamı, Mabet Ağacı(Ginkgo biloba L.)
Uzun yallardan beri Çin ve Japonya'da tapınak (mabet) 'ların bahçesine dikilmiştir; ilk olarak botanik dünyasına 1690 yılında, Japonya'da bir Hollanda şirketinde (East india Company) çalışan botanikçi Engelebert Keempfer tarafından tanıtılmıştır.
Çinliler: Gin-ko (Gümüş meyve), Hin ko (Bademli meyve), Peh-ko (Beyaz ceviz), Japonlar: yabancı memleket manasına gelen îchono-ki veya Ginnan-noki, İngilizler: Maidenhair tree, Almanlar: Fil kulağı yapraklı ağaçlar (Elephantenohrbaum), Fransızlar: Noyer du Japon veya Arbre aux quarante ecus yani 40 akçe ağacı derler.
Çin ve Japonyada büyük bir itina ile Buda mabet ve manastırlarıyla mezarlıklarda, bizde ve diğer Avrupa memleketlerinde de süs ağacı olarak park ve bahçelerde yetiştirilen Ginkgo'lar, Çin ve Japonlarca mukaddes ağaçlardandır. Bu ağaçların hakikî vatanı henüz kesin olarak bilinmemektedir. Japonların buna yabancı memleket ağacı manasına gelen îcho no ki demelerinden de Ginkgo'ların Japonlarca da vatanı meçhul, bir ağaç olduğu anlaşılmaktadır. Bir çok botanistler, kuzey Nepal'ı ve kuzey doğu, Hindistan dağlarını bazıları Çini, bazıları da Kore'yi Ginkgo'ların öz vatanı olarak ileri sürmektedir.
Ginkgo'ların kayda değer en seçkin organı, dünyanın başka hiç bir bitkisinde olmayan Fil kulağı şeklindeki yarık yapraklarıdır. Goethe birleşik parçaları yüzünden Ginkgo yapraklarını samimî dostluğun sıkı bir sembolü olarak vasıflandırmıştır.
Ginkgo'larda erkek çiçekleri çok etaminin (pulların) bir araya gelmesinden hasıl olan başaklar şeklinde iken; dişi çiçekler, yalnız ikişer kartellidir yani kozalaklar halinde değildir, ikişer karpelle temsil edilen her dişi çiçeğin beher karpelinde, tek bir tohum tomurcuğu vardır. Ginkgo'larda döllenme, bundan evvelki Gymnosperm sınıflarında olduğu gibi, çiçek tozlarının içinde gelişen, kamçılı gametlerle (spermatozoid'lerle) gerçekleşir. Bozulmuş yağ kokusunu andıran bir koku yayan Ginkgo tohumları uzun saplıdır ve erik simasındadır, yani tohumların dış tarafı etli, içi çekirdeklidir. Ginkgolara, Japon eriği (Noy er du Japon) veya yanlış olarak Japon fındığı dahi denmesinin sebebi budur. Önce yeşil olan, sonradan sararan Ginkgo tohumlarını Çinliler ve Japonlar kavurarak yerler. Verdikleri gayet iyi bir yağ yüzünden Ginkgo tohumları Japonlar nezdinde çok rağbetlidir.
9-Yalancı Akasya(Robinia pseudoacacia )
tür, Kuzey Amerika'dan (doğal yetişme alanından) ilk defa Avrupa'ya Paris Botanik Bahçesi direktörü Robin tarafından 1601 yılında Fransa'ya getirilmiştir. Bu türü orman ağacı olarak değerlendiren ülkeler başında Macaristan gelmektedir.
Mason sözlüğünde akasya; yaprakları gece eğilerek, gündüz göğe doğru açılan, değişik hava iklim koşullarına karşı çok dayanıklı, gerek yağıştan, gerekse kuraklıktan pek az etkilenen, odunu çürümeyen ve ağaç" seklinde tanımlanır.
Masonlukta akasya, çok önem ve değer verilen bir simgedir. akasyanın simgesel anlamı üzerine dört ayrı görüş vardır:
a) akasyanın etimolojik kökeni, Yunanca'daki "akakia" terimidir. akakia ise "suçsuzluk" ya da "günahsızlık" anlamına geldiği için akasya, bir masonun günah islemekten sakınmasını anlatan bir simgedir.
b) çok güçlü, dayanıklı bir ağaç olmasından ötürü akasya ölümsüzlüğü, özellikle ruhun ölümsüzlüğünü simgeler.
c) tüm özellikleriyle akasya, masonlukta her şeyin üstünde tutulan, gerçekleşmesinden ve sürekli varlığından kaçınılmayacak olan evrensel adaletin simgesidir.
d) tarih boyunca ezoterik ve mistik ekollerin büyük çoğunluğunda tekris olayı ve kavramı genellikle bir ağaç ile simgelenmiştir.
10-Zakkum(Nerium oleander)
Akdeniz memleketlerinde, park ve bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen zakkum, Ege'de, kuruyan dere yataklarında büyük topluluklar halinde yetişir ve çiçek açınca uzaktan parlak al beyaz yığınlar gibi ışıldar. Eski Yunan'da bayram yerleri zakkum çiçekleri ile donatılırmış.
11-Sığla =Amber(Liquidambar orientalis)
Dünya üzerindeki tek doğal yayılış alanı Türkiye'nin güneybatısı ile Rodos adasıdır. Saf ya da başka ağaçlarla karışık ormanlar kurar. Ülkemizde 1.348 hektar saf sığla ormanı bulunmaktadır. Bizde Muğla ilinde, Köyceğiz ile Fethiye arasında biraz da Marmaris'te var. Batı amberi, ne kadar uzakta, dünyanın öbür ucunda, ta Kaliforniya'da. Bizdeki türden, kıyılarımızın karşısındaki Kıbrıs adasında da var, orada olmasını anlamak da kolay, yakın akrabasının ta Kaliforniya'da bulunması da şaşılacak bir şey değil. 50-60 milyon yıl önce bu ağaç cinsi Avrupa'da Grönland'a kadar yaygınmış. Amerika Grönland'dan ayrıldıktan sonra bir türü oraya geçmiş ve Kaliforniya'da tutunmuş kalmış. Avrupa'da yaygın olanlar, buz devrinde mahvolmuş, o zamanlar doğu amberi Anadolu'ya sığınmış, Akdeniz kıyılarına yerleşmiş ve zamanımıza kadar hayatta kalmıştır.
Amber ormanlarındaki ağaçların hepsinin gövdeleri yaralıdır. Bu ağaçların gövdelerine özel bir keski ile her yıl 20-30 cm uzun, yarım santim kadar derin yaralar açılır ve yaradan sızan balsam kuruduktan sonra kazınarak toplanır. Kıl torbalar içinde kaynatılarak sığla yağı denilen bir yağ çıkarılır ki ilaç ve esans endüstrisinde kullanılır. yağ çıktıktan sonra geri kalan yonga yakıldığı zaman güzel bir koku çıkardığı için kiliselerde de tütsü olarak kullanılır. Eskiden yağı da, günlük de pek makbul ticaret mallarındanmış. Büyük İskender günlük kokusundan pek hoşlanırmış. Bizim günlük ormanlarımızdan yılda 70 ton kadar sığla yağı üretilmekte ve ihraç edilmektedir. Amber ormanları yalnız bizim memleketimize özgü en güzel tabiat ziynetlerinden biridir.
12-Nar(Punica granatum)
Nar'ın insanlar tarafından ne zamandan beri faydalanıla geldiği tespit edilemeyecek kadar eskidir. Elde mevcut -belgelere göre İsaldan 2500 yıl önce Finike ve Mısırlılar tarafından onun gerek şifalı, gerekse kültür bitkisi olarak değeri malum bulunuyor ve faydalanılıyordu. Gerek çiçekler, gerekse meyve Asurilerden bu yana motif olarak süsleme ve kumaşlarda yer almıştır. Şiirlerde güzel teşbihler yapılmıştır. Vatanı Akdeniz rejyonundan Himalayalara kadar uzanan bölgeler kabul edilmektedir.
Sembolik bir meyvedir. Anadolu'daki antikite uygarlıklarında bereket tanrıçasının elinde bulunur; bereketi, doğumu, çoğalmayı temsil eder. Osmanlı kültüründe, yine Anadolu'dan gelme bir çoğalma sembolü olarak, sevilen kıza gönderilir ki, evlenme teklifi anlamı taşır. "şu gelen yar olaydı, elinde nar olaydı" diye şarkısı da vardır.
13-Adi Kocayemiş(Arbutus unedo )
Koca yemişin yaprakları geniş yüzlü, kalın, sert ve defne yaprağını andırır. Parlak kırmızımtırak renkli genç sürgünleri uzaktan bile belli olur. Yemişleri çileğe benzer; tatlımsı buruktur. Bundan dolayı olacak, Pilinius, bu kocayemiş türünün bilimsel adı "Unedo" sözcüğünü "Unum tantum edo" -ancak bir tane yerimden- yakıştırmıştır.
kocayemiş dalları Romalıların sihirbazlık araçlarından biri imiş. Kapıların eşiğine kocayemiş dalı sürülürse, uyuyan çocukların kalplerinden gece kan emen vampirler eve girmezlermiş.
14-Mersin (Myrtus communis)
Mersin makinin önemli üyelerinden bir çalıdır. Yaprakları mızrağı andırır uçları .sivri, parlak, fakat deri gibi serttir; parmaklar arasında ezilirse bir koku neşreder. Mersin gençlik ve güzellik sembolü sayıldığı ve Afrodit'e adandığı için yapraklarından çıkarılan bir kolonyanın yitirilmekte olan gençlik ve güzelliği kurtaracağına inanılırmış.
15-Defne(Laurus nobilis)
Teselya ırmağı Peneus'un Dafne (DEFNE) adlı güzellerden güzel bir kızı vardı. Onun biricik zevki, türküler çığırarak ormanlarda, bayırlarda dolaşmaktı.
Defne, güzel bir ilkyaz günü, Anadolu'nun kırında bayırında türküler çığırarak dolaşıyor, doğa ile doğanın türlü çeşit yaratıklarıyla söyleşiyordu .
O ara Apollon, altın gök arabasına binmiş, dünyamızı aydınlatmaya başlamıştı. Güneş tanrısı Apollon, doğada özgür dolaşan Defne'yi gördü. Görür görmez de genç kıza gönül verdi. Günü ışıtma görevini unutup, gökten yere indi. Defne'ye yaklaştı.
Defne, Tanrı (Apollon) olduğunu bilmediği delikanlının kendisine yaklaşmasından tedirgin oldu. Onu, güzellikle uzaklaştırmak istedi. Ama Apollon gitmeye niyetli değildi.
Güzelden güzel, dedi Apollon, "Kaçma benden. Seni altın saraylarda yaşatayım, yeryüzünün en mutlu dişisi kılayım seni!"
Bu tanrısal sözler bile yetmezdi Defne'yi kararından caydırmaya. Genç kız, kaçıp kurtulmak istedi bu sırnaşık sevgiliden. Defne koşmaya başladı. O kaçıyor, Apolllon kovalıyordu. O dere senin, bu tepe benim kaçıyordu Defne. Ama arayı açamıyordu. Ne de olsa, o bir ölümlüydü, kovalayıcısı bir ölümsüz...
Defne tüm gücünü ayaklarında toplayıp kaçtı, Apollon, sevgisiyle pekişen tanrısal gücüyle kovaladı. Kaçan bir kuldu, kovalayan bir tanrı.
Öyle bir an geldi ki, Defne, Apollon'un soluğunu ensesinde duymaya başladı. Artık dizinde derman kalmadı. Zeus'a ve öteki tanrılara yakarmaya başladı.
Sen ey Zeus ve siz ey ulu tanrılar! Beni bu caymaz kovalayıcıdan kurtarın! Bir erkeğin olmama yönündeki andımı yerine getirmemde bana yardımcı olun. Beni bu zalim avcının eline düşürmeyin de, dilerseniz ağaca çevirin beni.!...
Tanrıların iyiliği tuttu. Genç kıza acıdılar. Onu bir ağaca (Defne'ye) çevirdiler.
Genç kızın kolları dala dönüşür, dalları yapraklara bürünürken, Apollon şöyle seslendi:
"Ey güzeller güzeli DEFNE! Benden kurtulmak uğruna ağaç oldun . Ben ki Işık (Güneş) ve Güzel Sanatlar Tanrısıyım, kendim gibi ölümsüz bir aşkla bağlanmıştım sana. Ağaç oldun, benden kurtuldun. Ama yinede bırakmayacağım seni. Sen benim simgem olacaksın! Dünya durdukça insanlar seni, benim kutsal ağacım olarak bilecekler. Büyük zafer kazanan komutanlar önemli başarı elde eden sporcular, sanat sayılabilecek eserler ortaya koyan sanatçılar, başlarını senin dal ve yapraklarından yapılma çelenklerle süsleyecekler!...
O gün bugündür, DEFNE, Apollon'un kutsal ağacıdır. Nice vadilerde, kuytularda barınsa da, DEFNE; gün ışıyıp rüzgar estikçe, BURCU BURCU kokusunu sunar mahçup mahçup.
Öz be öz Anadolu'lu , Knidos'lu olan DEFNE, ZAFER VE BAŞARININ DEĞİŞMEZ SİMGESİDİR ve hep böyle kalacaktır.
16-Sümbül(Hyacinthus sp.)
Kral Amyklos'un Hyakinthos adında çok yakışıklı bir oğlu vardı, Apollon da onun bu güzelliğine hayran olmuştu, kısa sürede genç delikanlı ile Tanrı Apollon çok yakın dost olmuşlardı. Boş zamanlarında Eurotas'ın çiçekli kıyılarında çimenler üzerinde disk atarak birlikte vakit geçirirlerdi. Bir gün gene her zamanki gibi disk atmaya gitmişlerdi. Hyakinthos'a deli gibi aşık olan kelebek kanatlı güzel Zephiros (Batı rüzgarı) onların bu kadar yakın olmalarını çekemiyor adeta kıskançlıktan kuduruyordu. Zephiros gemicilerin en çok sevdiği rüzgar olduğu halde artık görevini yapmıyor, hatta kıskançlığının neden olduğu öfke ile gemileri kayalara bile çarpıyordu. Kıskançlıktan ne yaptığını bilmez bir hale gelmişti. O günde kuvvetli bir esintiyle Apollonun fırlattığı diskin yönünü değiştirdi. Ve disk hızla genç Hyakinthos'un kafasına çarptı. Zavallı delikanlı kafasında kanlar akarak yere yuvarlandı, Apollon bu felaket karşısında deliye dönmüştü. En sevdiği dostunu çok kötü yaralamıştı. Hyakinthos'un yaralarına oğlu Askleipos'un en tesirli ilaçlarından koydurdu ama fayda etmedi zavallı Hyakinthos çok kan kaybetmişti ve oracıkta can verdi. Bunun üzerine Apollon onu her ilk bahar açan sümbül çiçeğine dönüştürdü. &nb
Facebookta paylaş
Twitter'da paylaş
Google+'da paylaş!
Pinterest'te paylaş!