SEN BAHANE ARIYORSUN!
Merhaba sevgili dostlar!
İnanın sizlerden aldığım ve beni çok mutlu eden son derece keyif verici mailler, aynı zamanda çok duygulandırdı. Demek ki çoğumuzun ihtiyacı olan bilgileri sizlerle paylaşarak, oldukça önemli bir konuyu işlemişiz. Bu temiz ve iyi niyetli teşekkürleriniz için hepinize en kalbi duygularla şükranlarımı sunuyorum. Sağ olun, var olun. Hepinize çok teşekkür ediyorum.
Bu hafta, stresi oluşturan dört ana unsurdan sonuncusu olan “Çevresel faktörler” yani bundan kaynaklanan sebepleri inceleyeceğiz. Biliyor musunuz; aslında bizler çok temiz duyguları olan asil bir milletin çocuklarıyız. Eşkıyamız (mafya dedikleri) bile Avrupalınınkine benzemez. Olumsuz şeyler yaptıkları tartışılmaz bir gerçek. Ama gariban insanlara başka bir yüzlerini gösteriyorlar; merhamet… Galiba bu hasletleri bize mahsus bir durum olsa gerek. Bazılarınız “- şimdi konu başlığı ile ne alakası var?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Haklısınız direkt olarak yok. Sadece bir değerimizi ortaya koymak açısından bahsettim.
Gelin streste çevresel faktörlere bir örnek olması açısından “göç” konusuna göz atalım. Uzun yıllardır devam eden köyden kente göç, insanların çevreye uyum zorlukları da beraberinde getirdiği bir gerçek. Çoğu kişi yeni ortama uyum sağlayamadı. Eski alışkanlıkları ile şehir hayatında benimsenenler arasında sıkışıp kaldılar. Konunun ayrıntılarını sosyologlara bırakalım. Biz sadece bize lazım olanı ile ilgili konuşalım. Bilirsiniz, köy ya da kasabalarda herkes birbirini tanır. Çevresinde düşünce ve duygularını paylaşacağı çok insan vardır. Ama bu, şehir hayatına geçişte yerini “kalabalıklar içinde yalnızlığa” bıraktı. Yani hazırlıksız yakalandık. Bu durum, bazı şehirlerde şehir kültürü ile yetişmiş insanlarla köy kültürü ile yetişmişlerin çatışmasına dönüştü. Fakat bu, “şehirliler daha kültürlü, köylüler daha az kültürlüdür.” şeklinde algılamasın. Sosyal bilimciler, farklılıkların ihtiyaçlardan doğduğunu söylüyor. Ama yaklaşım tarzlarında önemli aykırılıkların olduğunu da görmek lazım. Minik bir misal vermek gerekirse; köy-kasaba yaşayanları genellikle biri birlerine “sen” diye hitap eder. Tanımadığı bir insan için “siz” ifadesini kullanmak istemezler. Bu karşısındaki kişiyi incitmek için değil, yaşadığı çevrenin ona yüklediği temiz, samimi, candan yaklaşım tarzıdır. Bu bilinçle yetişirler. Oysa bu tarz hitap ediş, tanışmadığı bir şehir kültürü almış insana için çok iticidir. Çoğunlukla onda içten içe bir olumsuz duygu uyandırır. Çünkü şehir kültürü almış bir insan, bu durumlarda “siz” diye hitap eder. Öyle eğitilmiştir. Sırf bu yüzden nice gereksiz çekişmelere şahit olmuşumdur. Çıkan tartışma bu yüzden olmaz. Çoğunlukla başka sebeplerle çıkar. Tabi dışardan bakılınca bu böyle görünse de, asıl sebep yukarıdaki bahsettiğimiz gerekçeye dayanır.
Sanayileşme hareketi ülkemizde hızlı göçü, farklı yaşam tarzı olan insanların aniden bir araya gelmesine, bu da insanların intibak (uyum) zorlukları çekmesine sebep oldu. Mesela bu anlamda son 25 yılda İstanbul’ un başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi. Taşradan buraya göç eden insanlar, yaşam alanlarında doğal olarak daralmalara sebep oldular. Bu onların kabahati olmasa da, sonucu değiştirmiyor. Bir örnek vermek gerekirse; tramvaya bindiniz, koltuklar bomboş. Her duraktan binen yolcularla vagon hınca hınç doldu. Neler hissedersiniz? Normal şartlarda asla bu kadar yakın durmayacağınız insanlar tam da burnunuzun dibinde. Hoşlanmazsınız değil mi? Oysa sonradan binenlerin ne kabahati var. Aslında herkes biliyor ki, bu bir mecburiyet. Üstüne üstlük bir de yanlışlıkla ayağına bassalar, seyreyleyin siz şenliği.. Buna benzer örneklerle karşılaşmıyor musunuz? Ne yalan söyleyeyim ben çokça karşılaşıyorum.
Bu gibi durumlarda kendime evden çıkarken telkinde bulunurum; şimdi bineceğin vapur, bu saatlerde balık istifidir. Çok sıkışık bir şekilde yolculuk yapabilirsin. Hatta alkollü bir adamın yanına da düşebilir, o hoş (!) kokuları teneffüs edebilirsin. Ama buna (mesela yarım saat, bir saat) katlanmak zorundasın. Çantasını düzelten bir bey, yanlışlıkla sana dirsek atabilir. Buna hazırlıklı ol. Vasıtayı kullandıktan sonra çok az bir olumsuz duygu yüklenirim. Çünkü kendimi hazırlamışımdır. Ama bu telkini yapmamışsam herkes gibi olumsuz duygular beni kaplamaya başlar. İçimde biriken olumsuz duyguları gidermek için, vardığım yerde tanıdıklarımla selamlaşmam, bazen latife (şaka) yapmam yeterli olur. Yetmedi mi, bir dostumu arar kısa bir sohbet ederim. Denemeyenlerinize tavsiye ederim. Garanti veriyorum, işe yarıyor.
Başkaca neler olabilir? Özellikle çalışma hayatında yetişmesi için zamanla yarıştığımız işler, çakışan öncelikler, almanız gereken desteğin az olması, ast üst ilişkilerindeki uyuşmazlıklar, yeterince açık olmayan beklentiler ve hedefler, başarısızlık kaygısı. Bu örnekleri, ihtimalleri siz artırabilirsiniz. Sizce bundan kurtulma şansı var mı? Meşhur hikâyedir; Adamın birini aslan kovalar. Can havli ile kim koşmaz? Kan ter içinde bir uçurumun kenarına kadar gelir. Aslan atılır avını yemek için. Dengesini kaybeden adam uçuruma yuvarlanacakken, son anda tek eli ile bir dala tutmayı başarır. Aşağıya baktığında uçurumun dehşet veren yüksekliğini ile ürperir. Ama içini katmerli olarak ürperten başka şeyler de vardır. Hemen ayağının altında zıplayarak onu yakalamak isteyen bir ayı ve avını elinden kaçırdığı için iyice öfkelenerek, aşağıya doğru öldürücü pençeler sallayan bir aslan. Bu da yetmezmiş gibi, tutunduğu dalı kemiren bir çift yaban domuzu… Tam da bu arada bu arada burun hizasındaki mis gibi kokan yaban çileklerini fark eder. Boşta olan diğer eliyle çileklere uzanır. Onları çiğnerken damağına yayılan lezzetin verdiği keyifle yüzüne tatlı bir gülümseme yayılır “- hımmm.. çok nefis bir tadı var” diye mırıldanır.
Aramızda bu kadar olumsuzluğu bir arada yaşayanımız var mı? Şayet varsa, bu hikâyedeki adamı en iyi o anlayabilir. Bu çok zor bir ihtimal olmasına rağmen, hikâyedeki kahramanımızın yaklaşım tarzı dikkatinizi çekmiştir; bunalımdan kurtulmak için, olumlu olan şeylere odaklanarak çözüme daha rahat gitmek. Yani ateş altında sakin kalabilmek… Ne güzel söylemiş büyük üstad Said- i Nursi; “Güzel bakan, güzel düşünür. Güzel düşünen hayattan lezzet alır.”
Sizlere en başında, yazı serimize başlarken bir şey söylemiştim; “ Stresi yerden yere vurduktan sonra biraz da onun avukatlığını yapayım. İnsan başarısındaki katkısını göz ardı etmemek gerek. Bazılarınızın “nasıl yani?” dediğini duyar gibiyim.” Hatırladınız mı? Merak etmeyin, ben sözümü unutmadım. Bundan sonraki yazım, işte bu faydalı stres üzerine olacak. Ama biraz sabır… Bu arada bana ulaşan kalemi güçlü arkadaşların yazıları elimde. Hele bazılarınızın yazısı muhteşem olmuş. Ellerinize sağlık. İzinlerini alarak, yaşanmış hayat hikâyelerini eğitimlerimde kullanmak isterim.
Bu dünyada her şeyin gönlünüzce olması mümkün değil. Sabırla devam edin, işler iyiye gidecek. Hiç şüpheniz olmasın. Yaşadıklarınıza, gönlünüzü rahatlatacak tepki gücünüzün (hüsnü zan) olmasını yüce yaratandan diliyorum. Hepinize sağlıklı, huzur dolu bir hafta diliyorum. Umut ve sevgiyle…
Facebookta paylaş
Twitter'da paylaş
Google+'da paylaş!
Pinterest'te paylaş!