SEN BAHANE ARIYORSUN!
Bazı tanıdıklarımdan zaman zaman: “- Hocam yazılar biraz uzun oluyor” şikâyetleri aldığım oldu. Bunlardan birine şaka yollu sordum: “- Peki o zaman, söyle bakalım makaleler kaç sayfa oluyor?” biraz durakladıktan sonra; “ee.. şeey.. tam olarak hatırlamıyorum.. Ama oldukça uzun olduğunu söyleyebilirim.” diye cevap verince, ikimizde gülmeye başladık. Çünkü aslında yazıları okumadığını itiraf etmiş oldu. Ama bunu beden diliyle yaptı. Oysa bunları yazdığım kaynakların toplamı 16 kitap ve yaklaşık 4.600 sayfa. Ehh.. onlar da haklılar, ne de olsa çok okuyan bir milletin çocuklarıyız (!) Şöyle savunma yapanlarımız olabilir; vaktimiz kalmıyor, kendimi okuduklarıma veremiyorum, yazılanlarla yaşadıklarımın normal hayata uygulanabileceğine inanmıyorum vs. vs... Ama öğrenmeden bilmek, bilmeden yapmak da mümkün görünmüyor. Öğrenmenin en önemli kuralından birisi eğitimcilerdir. Bunlar öğretilecek bilginin temel prensiplerini ve o işin ama paydalarını öğretirler. Diğeriyse kitaplardır. Bize o konunun en ince ayrıntısına kadar anlaşılması için gerekli teferruat bilgiyi sunarlar. Başka bir çaresi varsa da ben bilmiyorum. Ama galiba yok. Siz de benim gibi mi düşünüyorsunuz?
Maalesef toplumumuzun büyük kesimimizde ve çoğu değer yargımızda olduğu gibi bir çarpıklık, hazırcılık, adeta “zahmetsiz rahmet” beklentimiz var. İnsanı kahreden yanı, mekteplilerimizin bir kısmında (lütfen bana kızmayın, bazı akademisyenlerimizde de) bu hastalığın izlerine rastlamak mümkün. Bunu, şahsi deneyim ve gözlemlerimle çok defa tespit ettim. Keşke tam tersi olsaydı. Bu “zahmetsiz rahmet” bekleme anlayışına bir örnek verelim; televizyonlarda spor yapmadan zayıflatma aletlerine hayranlıkla bakanlarımız var. Sözüm ona, dinlenirken ya da başka işler yaparken, spor yapmadan, fazla kilolarımızdan kurtulacağız. Bize bunu vaat ediyorlar. Hâlbuki spor otoriteleri bunun kocaman bir yalan olduğunu, spor yaparak vücudun forma gireceğini, güçlü bir kondisyona ancak bu şekilde sahip olunabileceğini, bunun için de terlemek ve zorlanmayı göze almak gerektiğini söylüyorlar. İnsan gelişimi uzmanları da, erdeme ulaşmanın eğitimlerini aldıktan sonra, bununla ilgili çeşitli kaynak kitapları sürekli okumak gerektiğini, hayata uygulama cesareti olanların her geçen gün daha iyi sonuçlar alabileceğimizi anlatıyorlar. Eğitimlerime başlarken, genellikle katılımcı grubumla paylaştığım ilk sözüm; “Kitap okumak, nefes almaktır.” oluyor.İnsan nefes almadan yaşayabilir mi? Onun da sona ereceği bir zaman var elbet; ölüm…
Kaldığımız yerden devam edelim. Demiştik ki stresimizi kontrol altına almak için dört adım atmalıyız. Bunlardan ikincisi olan K (kabul et) adımı, ilk bakışta teslimiyeti çağrıştırıyorsa da kazın ayağı öyle değil. Alt başlıklarına girerek beraberce neler olduğunu görelim;
— Düşünce tarzımızı değiştirmemiz gerektiğini
— Kaygılanmamamızı
— Öfkemize hâkim olmamızı
— Durumu daha da kötüleştirmememiz gerektiğini bilmeliyiz.
Ne kadar çabalarsak çabalayalım, kontrol edemeyeceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz durumların, olayların var olduğunu da kabul etmeliyiz; akrabalarımız veya hava durumu, buna verebileceğimiz sadece birkaç örnektir.
Sevgili dostlar; kabul etmek, vazgeçmek veya teslim olmak değildir. Buradaki asıl anlamı, kontrolü ele alıp, tavrımızı belirlemek için irademizi kullanma girişimidir. Ancak bunu başarmak, olgunluk gerektirir. Birçok insan sızlanıp şikâyet etmeyi, gerçeklerle yüzleşip durumu olduğu gibi kabul etmekten daha kolay bulur. Peki, sonuç değişir mi? Sanmıyorum.. İlahiyatçı dostlarımdan öğrendiğime göre, dinimizde “tevekkül” anlayışı; başımıza gelen olumsuzlukları gidermek için mücadeleden sonra, sonuçları kabullenmeyi, ama onun giderilmesi için çareler aramayı da ihmal etmemeyi gerektiriyor. Bendeniz, “sabır”ı tarif ederken; “yapacaklarımızı yaptıktan sonra, sonuçlar için bilinçli bekleyiştir” olarak tarif ediyorum. Zaten başımıza geleni tam olarak görmeden mücadele etmek nasıl olabilir ki?
Henüz 13 – 14 yaşlarındayken denize gitmiş, su altı belgesel filmlerinden etkilenerek satın aldığım deniz gözlüğünü takarak dalış denemesi yapmak istemiştim. Ama gözlüğü takarken, beni neredeyse canımdan edecek şekilde yanlış taktığım aklıma hiç gelmemişti. Bilirsiniz, o yaşlarda insan çok macera tutkunu, bir o kadar da tecrübesiz olur. İşte bu yanlış takma sebebi ile ağız ve burun deliklerimi birlikte kapatarak, kendime ellerimle tuzak hazırlamıştım. Gözlüğün nefes alma borusundan sular girince de, işler hepten sarpa sarmıştı. Yardım için ağzımı açmaya çalıştıkça daha fazla deniz suyu yutuyordum. Bir an için hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçmiş, her taraf yemyeşil olmuştu. Artık ölümü kabullenmiştim. Elli metre uzağımdaki olmalarına rağmen bana (farkında olmadıkları için) yardım edemeyen arkadaşlarım ve ben. İçimden bir ses “ – demek ki ölüm anı, böyle bir şey” diye geçirirken, başka bir ses “- henüz her şey bitmiş değil. Önce sakin ol” diye seslendiğini duydum adeta. Hemen manasız hareketlerle çırpınarak, boşu boşuna enerji kaybetmeyi bıraktım. Sonra da kendi kendime: “- neden ağzını burnunu kapatan şu deniz gözlüğünden kurtulmuyorsun?” diye sordum. Biraz uğraşıp, bu korkunç durumdan kurtulmuş, sahile doğru yüzmüştüm.
İşte dostlar, başımdan geçen bu talihsiz olaydaki kurtulma çabam gibi, olaylara bakış açımızı değiştirdiğimizde çevremizde olup bitenlerin değiştiğini fark ederiz. Ama bunun için çevremizden önce kendi bakış açımızı, yaklaşım tarzımızı değiştirmeliyiz. Bir şeyler yapmadan sadece umut etmek ve durumdan şikâyetçi olmak, sonuçları değiştirmez. Sadece stresimizin artmasına veya daha kötü sonuçlarla karşılaşmamıza sebep olabilir. Buradan, herhangi bir durumla ilgili “memnuniyetsizliğimizi dile getirmememiz gerektiği” şeklinde bir anlam çıkarmayın lütfen. Tabi ki memnuniyetsizliğimizi kendimize yakın gördüğümüz bir kişi ile paylaşmanızın hiçbir sakıncası yok. Hatta faydası bile olabilir. Mesela arkadaşınız size bir çıkış yolu gösterebilir veya hiç olmasa sizinle birlikte üzüntülerinizi paylaşarak biraz da olsa rahatlamanızı sağlar. Ama yolunuza devam edip, bununla ilgili çözümlere odaklanmak şartıyla. Defalarca probleminizi dile getirmenizin size bir faydası olur mu? Belki “mızmız” bir tip olup, kara gözlüklerle dünyaya bakma kabiliyetinizi geliştirirsiniz. Bunu aranızda isteyenleriniz olduğunu zannetmiyorum ve ummuyorum. Elbette “neden?, niçin?, niye?” soruları, bize durum tespiti yapmamız için gereklidir. Ama çözüm için bu sorulardan sonra “nasıl?” sorusunu sormak şartıyla. İşte çözüm yolunun anahtarı bu sorudur.
Demek ki, düşünce tarzımızı değiştirmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Epistetus; “insanlar varlıklarından değil, o varlıkların kendilerine görünüşünden rahatsız olur” diyor. Hepimizin karşılaştığı durumlar aslında bize tarafsızdır. Karşılaştığımız durum hakkında belli bir düşünce geliştirmeliyiz. Bu düşüncelerimizi duygularımızda yoğunlaştırıp, harekete geçmeliyiz. Düşüncelerimiz, vücudumuzun yapısını değiştirebilecek bir güce sahiptirler. “Adamcağız, karısı öldükten sonra 10 yaş birden çöktü” veya “ yeni başladığın iş, seni 10 yaş geçleştirmiş” tarzı sözleri çevremizden sık sık duyarız. Çevremizden kaynaklanan (gürültü ve hava kirliliği gibi) fiziksel stres nedenlerinin dışındaki tüm stres faktörleri, algı ve düşüncelerimizin ürünüdür. Karşılaştığımız durumu eleştirerek, yargılayarak veya saptırmadan olduğu gibi kabul etmek, stresimizi yönetmemizin en önemli teknikleridir.
Haddinden fazla genelleme yapmamızın ölçütü, şu iki cümledir; “her zaman” veya “hiçbir zaman”. Bu kelimeleri kullanarak gerçekleri büyük oranda saptırmış oluruz. Çünkü olaylar ne her zaman, nede hiçbir zaman meydana gelirler. Her iki cümle de sizi, stresinizi yönetebilmek için sahip olmanız gereken “duruma hâkim olma” duygusu yerine, kendinizi “kurban” gibi hissetmenize yaramaktan öteye geçemez. Sizi acizleştirir. Lütfen bu kelimeleri hayatınızdan çıkarın ve onun yerine sadece o andaki “açık gerçekleri” kuyun. Kaldı ki hata yapmak, tamamen başarısız olmak değildir. Bir işi bitirememek, hiç başlamamak ile ayni şey değildir. Her konuda mükemmel olamayız. Bu yönden kendimize aşırı yüklenmenin bir anlamı yok. “Şimdi” ve “burada” olanla ilgilemek, stresi azaltmak için çok önemli bir tutumdur. Geçmiş ve gelecek zihnimizde yaşar. Oysa o an yaşadıklarımız bizim müdahalemizle olumlu bir şekilde değişebilir. Stres, gerçeklerimizin ortasında, geçmiş ve gelecekle ilgili kaygılarımızdan doğar. Çözüm; içinde bulunduğumuz durumu en sade ve gerçekçi bir şekilde tahlil ederek, değerlendirmektir. Ancak bunu yaparken, kendimize veya başkalarına duygularımızı katıksız (yorumsuz, abartısız) ve tam olarak ifade etmeliyiz. Duygularımızı mazeretlere ve yorumlara çevirmemeye dikkat etmeliyiz. Mozaşist duygularla kendimizi suçlamamalıyız. Sadece gerektiği kadar yargılayıp, üzerimize düşen olumsuzluğu kabul etmeliyiz, hepsi bu.
Meşhur hikâye ile bu haftayı da kapatalım; hocanın evine hırsız girmiş, ne var ne yok alıp götürmüş. Tabi hocanın canı hayli sıkkın. Komşuları olaydan haberdar olmuşlar. Ağız birliği etmişçesine: “- A be hocam! İnsan şunu yapmaz mı, bu önlemi almaz mı?! “ gibisinden yargılar, hatta adeta azarlar gibi ifadelerinden iyice bunalan hoca, iki elini yana doğru açar ve onlara; “ – Bre komşular! Tamam, bu dediklerinizi yapsak daha doğru olurdu. İyi ama, hırsızın hiç mi kabahati yok?!!” diyerek taşı gediğine koyar.
Hepinize haftaya kadar rahat, sıhhatli, dertleri ile mücadele ederek başarı sağlayan ve bu bilinci benimseyen insan olma azmi diliyorum. Hoşça, umut ve sevgiyle kalın…
(Devam Edecek)
İsmail Hakkı Karİnsan İlişkileri Ustası
Facebookta paylaş
Twitter'da paylaş
Google+'da paylaş!
Pinterest'te paylaş!