Stres yönetimi (11)


SEN BAHANE ARIYORSUN!

      Merhaba sevgili dostlar;

      Yoğun bir hafta geçirmeme rağmen çok mutluyum. Çünkü hafta sonu çok değerli dostlarımla bir araya gelme fırsatım oldu. Onlarla geçmiş yıllarda mükemmel işler yaptık; gençler yetiştirmeye çabaladık. Şimdi bazıları kaymakam, avukat, doktor, mühendis, idareci, öğretmen, çoluk çocuk sahibi iyi bir baba oldular. Geleceğimizin umudu bu gençlerle karşılaştığımızda, o gönlerde yetişmeleri için çekilen çileler, kendini hoş bir duyguya bırakıyor.



 

      Eski günleri yâd etmek için bir kahvaltı bahanesi ile toplanmamız, tüm yorgunluğumu aldı götürdü. Sağ olsunlar,  hepside vefalı insanlar. Yapılan, paylaşılan değer ve katkıları hiç biri unutmuyor. Ama bazen “vefa” duygusunu, sadece bir semt adı olarak değerlendirenlerimiz olduğunu da unutmamak gerek. İlerleyen haftalarda “tanıdığımız insanlara karşı yaklaşımlarımız” başlıklı bir makalede bunu enine boyuna yazacak, sizlerin de bu konudaki fikirlerini bilme fırsatı yakalayacağım.

      Geçen hafta düşünce tarzımızı değiştirmemiz gerektiğinden bahsederken yarım kalmıştı. Hatırlarsanız, köşeli düşünce tarzından kurtulmaktan bahsetmiştik, “ya hep, ya hiç” tarzı tutumla kendimizi veya karşımızdakini kalıplama eğilimimiz dünyayı zindana çevirmek için yeter de artar bile.  Bazı insanlar “yapmalıyım”, “etmeliyim”  kelimelerini çok sık kullanır. Ne yazık ki bu kelimelerin, insanı olumsuz duygulara iten ve özsaygısını, özgüvenini azaltan etkileri vardır. Aslında bu kelimeler yapmak istediklerinizi değil, sizden istenen şeyleri temsil eder. Bunlar, geçmişten bu güne taşıdığımız kalıntılardır. Birçoğu çocukluğumuzdan kalmadır alışkanlıklardır. Ailemiz, öğretmenlerimiz, eğitmenlerimiz, çevremiz ve diğer otorite makamlarının bizden istediklerinin yansımalarıdır.

      Bazılarımız, “yapmalıydım”ları diğer insanlara ve onların davranışlarını da gayet rahat ve umursamazca uygular. Böyle davrandığımızda yargılayıcı olmaya başlarız ve doğal olarak diğerleri de bizi öyle algılamaya başlar. Ortada görünür bir sebep yokken karşımızdakinden savunmaya yönelik tepkiler almamızın altında yatan ana sebep, işte bu tutum,. Karşınızdan olumsuz tepkiler alıyorsanız, bilin ki büyük ihtimalle karşımızdaki insanlara neleri “yapmamasını”, neleri “yapmasını” söylüyor veya bunu hissettiriyoruzdur. Bazen normal bir şekilde seslenilen çocukların, “- vallahi billahi ben yapmadım anne!” diyerek savunmaya geçmelerinin altında işte bu sebep yatar.

      “Yapmalı(sın)yım”, “etmeli(sin)yim”, “bu şart”, “bu zorunlu” tarzı ifadelerinin yerine kullanabileceğimiz tılsımlı kelimeler; “yapmayı denemeli(sin)yim”, “tercih edebilir(sin)im”, ihtiyacımı karşılayabilir(sin)im”, “isteğimi gerçekleştirebilir(sin)im” v.s. Yani olmazsa olmazımız değil, başarabildiğimiz oranda yapabildiklerimiz değerlidir. Kaldı ki; yapamadıklarımız için hayıflanmamız bize ne kazandırabilir? Sadece üzüntü ve endişe.. öyle değil mi?

      Bir gün ailecek piknikteyiz. Yan taraftaki komşumuz olan ailenin konuşmalarına istemeden şahit oluyorum. Evin küçük kızı, annesi tarafından sözlerle adeta linç ediliyor, babası da takviye ederek onu destekliyor. Kabahat çok büyük (!); Suyun başında dikkatsizlikten dolayı çamurlu suya basılmış ve ayakkabılar mahvolmuştur. Zannedersiniz ki, ailenin bir aylık parasını kaybetti veya evi ateşe verdi. Kaldı ki bunları yapsa bile, yavrucak bu kadar şiddetli ve onu hakir gösterecek hakaretleri hak etmiyor. Tabi ki ailesi onu uyarılmalılar. Ama bu, “yapmayı denemelisin”, “tercih edebilirsin”, ihtiyacını karşılayabilirsin”, “isteğini gerçekleştirebilirsin” tarzı bir üslupla olmalıydı. Yani alternatifler teklif etmeliydiler.  Bunu yaparken, ses tununu munis ve anlayışlı olduklarını belli edecek şekilde ayarlamayı da unutmamalıydılar.

      Olumlu düşüncelere ısrarla kapalı olan insanlarla karşılaşmışsınızdır. Bu tarz olumsuz düşünceyi alışkanlık haline getirenler, kendileri ve çalışmaları ile alakalı her türlü olumlu değerlendirmeleri geri çevirirler. Eğer onlara bir övgü yapılsa, hemen geri çevirmenin, sahibine iade etmenin veya etkisini yok etmenin bir yolunu bulurlar. Oysa bu, hem kendilerini, hem de onlara karşı olumlu değerlendirmelerde bulunanları değersiz göstermenin incelikli bir yoludur. Bu davranış sıklıkla devam ederse, hiç kimse onlara iltifat etme isteği duymaz. Bu adeta tokalaşmak için uzatılan elin havada kalması gibi bir şeydir. Siz ısrarla havada bırakılan elinizi aynı kişiye uzatmayı dener misiniz? William James; “Hepimizin doğasındaki en derin prensip, takdir edilme (övülme) isteğidir.” diyor. İnsanların çoğuna alçak gönüllü olmaları öğretilir. Maalesef çoğumuz bundan “üstün yanlarımızı görmezden gelmeyi ve kendimize yöneltilen övgüyü reddetmeliyiz” anlamını çıkarıyoruz. Oysa atalarımız; “Aşırı tevazu, zillet (aşağılık duygusu) getirir.” diyerek bizi uyarıyor. Kişinin kendine duyduğu saygı, stresi kontrol altına alarak yönetmesini önemli bir faktörüdür.

      Bu konumuza bir örnek olması için şu hikâyeyi bir değerlendirin. Genç yaşta dul kalan kadın, bebeğiyle kendi halinde, yalnız yaşıyordu. Günler böyle geçerken, tavan arasından bir şeyler alacakken, gelincikle göz göze geldi. Bu sevimli yaratıkla o günden sonra o kadar iyi dostluk kurdu ki, artık ailenin üçüncü bireyi olmuştu. Tarla ve ormanda işi olduğunda bebeğin dadılığını bile ona emanet etmeye başlamıştı.

      Günler bu şekilde geçerken, ormana odun yapmak için gitmesi gerektiğinde, her zamanki gibi tereddüt etmeden minik yavrusunu gelinciğe emanet ederek ormana gitmişti. Yorucu bir çalışmanın akşamında, yorgun argın evine döndüğünde, yavrusunu kucağına alma arzusu ile dopdoluydu. Beşiğin olduğu odaya yöneldiği anda, bebeğinin yüzünün ve beyaz örtülerinin kan revan içinde olduğunu görünce çılgına döndü. Beşiğin yanında gelincik’ i ağzı kanlı olduğu halde göz göze geldiklerinde, çılgına dönmüş, getirdiği odun yükünden hırsla çekip aldığı irice sopa ile gelinciğe vurmaya başladı. Cansız bir şekilde yere düştüğünde bile vurmaya devam etmiş, biz süre sonra yorulup yere yığıldı. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Bir zaman sonra bebeğinin ağlaması ile tekrar kendine gelmiş, sevinçle bebeğinin yaşadığını anlamıştı.

      Bebeğinin yaralarını pansuman ettikten sonra ayağı cansız bir hayvana değdiğinde gelinciğin cansız bedeni olduğunu zannetmiş, birazdan o hainin leşinin icabına bakarım diye düşünürken, başka bir ölü hayvan bedeni ayağına takıldı. Hemen idare lambasının ışığını iyice açıp neler olduğunu anlamaya karar verdi. İşte o an beyninden vurulmuşa döndü. Gelinciğin cansız bedeninin yanında, kocaman bir fare yatıyordu.

      Her şey apaçık ortaya çıkmıştı artık. Fare bebeği yemek için saldırmış, ama gelincik buna izin vermemişti. Uzun bir boğuşmadan sonra fareyi öldürmüştü. Bu arada her tarafı kan revan içinde kalmıştı. Boğuşmadan dolayı, en fazla da ağzı kana bulanmıştı. Tam da bu sırada sahibesi eve girmişti. Neler olduğunu sorgulamadan, onu ortadan kaldırma kararını vermişti. Ve gelincik vefasının karşılığını, kendi canını vererek görmüştü. Hemde en sevdiği evin sahibesi eliyle.

      Onun için çok güzel bir mezar yapıp, tıpkı insanmışçasına saygıyla gömdü. Genç kadın ne büyük bir hata yaptığını anlamış, derin bir hüzünle günlerce ağlamıştı. Bir anlık acele kararını ve çok sevdiği can yoldaşına yaptıklarını, yıllarca pişmanlık duyarak üzgün olarak geçirmişti.

      Olaylardan hemen sonuç çıkararak yanlış sonuçlara varmak başka bir kusurlu tutumdur. Bu düşünce tarzıyla, herhangi bir durumun karşısında, zihnimizde derhal birtakım sonuçlara varırız. Aslında, vardığımız sonuçlar haklı temellere dayanıyor olabilir; ama bu denli hızlı ulaşılan sonuçların çoğu “zan”a dayanıyor. Varsayımdan ibaret kalıyor. Çoğunlukla hatalı olan bu tür varsayıma ulaştıktan sonra, sanki bu zan doğruymuş gibi davranmaya başlıyoruz.

      Acele sonuçlara varmak, insanlarla olan ilişkilerimizde çok ciddi sorunları beraberinde getirebilir. Hani eskiden beri söylenip gelen bir ifade var; “hüsnü zan”. Yani olumlu kanaat beslemek. Güncel tabiri ile “olumlu düşünce” veya “pozitif düşünce”. Bu haklarımızı karşı tarafa bırakmak değildir asla. Sadece gerektiğinde esnemek, müsamaha göstermektir. Zaten insan demir gibi değil, çelik gibi olmalı. İncir veya kavak dalı gibi değil, erik veya vişne dalı gibi olmalı. Bilirsiniz demir çekerinden fazla basınç görürse yamulur. İncir dalı biraz kar yüklense kırılır. Çelik basınç görünce esner. Basınçtan kurtulunca eski halini alır. Erik ağacı ise bir yük gördüğünde eğilir, eğilir. Zannedersiniz ki kırılacak. Ama tam tersi, üzerinden yükü atar ve eski halini alır. Alman Goethe; “yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın.” diyor. O halde Atalarımızın tarifi ile bu haftayı kapatalım. “olgun insan odur ki; ne kimseyi incite, nede kimseden incine”

      Ne kimsenin kırdığı, nede kimseyi kıran insanların toplumda gün geçtikçe çoğalması dileğiyle, hoş ve esen kalınız. Umut ve sevgiyle…

İsmail Hakkı Kar
İnsan İlişkileri Ustası


Facebookta paylaş
Twitter'da paylaş
Google+'da paylaş!
Pinterest'te paylaş!
Yorum ekle

Yorum ekle

    • bowtiesmilelaughingblushsmileyrelaxedsmirk
      heart_eyeskissing_heartkissing_closed_eyesflushedrelievedsatisfiedgrin
      winkstuck_out_tongue_winking_eyestuck_out_tongue_closed_eyesgrinningkissingstuck_out_tonguesleeping
      worriedfrowninganguishedopen_mouthgrimacingconfusedhushed
      expressionlessunamusedsweat_smilesweatdisappointed_relievedwearypensive
      disappointedconfoundedfearfulcold_sweatperseverecrysob
      joyastonishedscreamtired_faceangryragetriumph
      sleepyyummasksunglassesdizzy_faceimpsmiling_imp
      neutral_faceno_mouthinnocent
Okunamayan kodu yenilemek için resmin üstüne tıklayınız