SEN BAHANE ARIYORSUN!
Merhaba sevgili dostlar!
Çocukluğumda rahmetlik dedemden, zaman zaman da anacığımdan dinlediğim bir tekerleme vardı; “Mala mülke mağrur olma, deme yoktur ben gibi. Eser bir muhalif rüzgâr, savurur harman gibi”. Halk arasında sık sık söylenen, “ gözünü hiç bir şey doyuramadı ama bir avuç toprak doyurdu”. Sözünü çoğumuz duymuşuzdur. Bizdeki şu kazanma, her şeye sahip olma hırsı yaşamımıza ne kadar zarar veriyor, mahvediyor. Ah bir bilsek.. Vaktiyle, geçmiş zamanda yaşanmış bir hikâyeden söz edeceğim sizlere;
Çok eskilerde bir “pazar tüccarı” varmış. Bölgenin en zengini olmasına rağmen karnı tok, gözü aç olan biriymiş. Köylünün ürününü, onlar daha pazara girmeden girişte yollarını keserek ne yapar eder, en ucuza kapatırmış. Köylü verilen fiyattan memnun olmasa bile, mallarını çöpüne varana kadar almasından dolayı çaresiz kalıp, ona satarmış. Diğer tüccarlar onun kadar zengin olmadıklarından, ancak o çekildikten sonra geri kalan ürünü satın alırlarmış. Fakat her zaman piyasayı bu gözü doymaz tüccar belirler, pek de onlara bir kazanç bırakmazmış. Bu yaptığının doğru olmadığını söyleyenlereyse; “- Ben nasibimi yiyorum, bundan size ne! Demek ki bunlar bana nasipmiş” der, sözü kestirip atarmış. Bu duruma bir hal çaresi arayan pazarcı esnafı, o yörenin bilgesine konuyu açmışlar. Bize bir hal çaresi, derdimize bir dermen bul diyerek yalvarmışlar. Bilge, onlara sabırlı olmalarını salık vererek, uygun bir zamanı beklemelerini söylemiş.
Günlerden bir gün bu zengin tüccar, tüm ahaliye sözüm ona ne kadar kudretli ve cömert olduğunu göstermek için, çok büyük bir ziyafet vermiş. Tabi ahalinin bilgesini de özellikle davet etmiş. Gelince de, yanında bir yere buyur etmiş. Derken ziyafet başlamış. Herkes gibi bizim zengin de iştahla sofradakileri yerken, sıra pilava gelmiş. Çalakaşık devam ederken, genzine bir pirinç tanesi kaçmasın mı!? Ne kadar aksırıp tıksırsa da bir türlü onu yutamamış ve sonunda bu tane, genzinden sofraya düşmüş. Düşmesi ile, bilge kişi (biraz tiksindirici ama hikaye böyle) pirinç tanesini alıp ağzına atmış ve yutmuş. Sonra da aç gözlü zengine dönüp; “ - O benim nasibim. Ne yaparsan yap, onu ben yiyecektim!” demiş. Zengin tüccar son derece mahcup olmuş, boynunu yere eğmiş. Bilge adam, yemekten sonra onu bir kenara çekip, uzun uzun nasihatlerde bulunmuş.
İşte bu günden sonra hikâye konu olan kahramanımız, yaptığı hatayı anlayıp, sadece kendini düşünme egoistliğinden vaz geçmiş. Yalnızca ona başvuran köylünün mahsulünü almış. Piyasayı olumsuz olarak etkilemeyi bırakmış. Böylece diğer tüccarlar da rahat nefes almış.
Sevgili dostlar; her şeye sahip olma hırsı ile hiçbir şeyden vazgeçmeme hırsı, stres sahibi olmak için yeter de artar bile. Bunun bir ölçüsü varmı derseniz, hemen söyleyeyim; var. Dr Meyer Friedman, 1950 yılanda bir mini test hazırladı. Bakalım siz bu sorulara nasıl cevap vereceksiniz;
1- Her toplantı ve randevuya tam vaktinde yetişmeye çalışır mısınız?
2- Rekabetçi bir kişi misiniz?
3- Telefonla konuşurken aynı zamanda mektup okumak gibi, birkaç işi aynı zamanda yapma alışkanlığınız var mı?
4- Kendinizi çoğu zaman meşgul hisseder misiniz?
5- Yaptıklarınızı hızlı yapma (hızlı yürümek, hızlı konuşmak, hızlı yemek) alışkanlıklarınız var mı?
6- Başka aktivitelerinizi bir kenara itmek pahasına, zamanınızın çoğunu işte mi geçirirsiniz?
7- Çok sayıda ve kötü tanımlanmış (ara vermeden uzun süre çalışmak v.b.) bir dizi hedef gerçekleştirme çabası içinde misiniz?
8- Kuyrukta, trafikte veya bir randevu için beklediğinizde (aşırı) bunalır mısınız?
Diyor ki Dr. Miller; eğer bu testin dört veya daha fazla sorusuna evet demişseniz, “A” tipi insan davranışı sergiliyorsunuz ve sizin için tehlike çanları çalıyor demektir. A tipi insanı tanımlarken de; rekabetçi, aceleci, işler (azıcık bile) ters gitse bile saldırgan tavır sergileyen kişilik türü olduğundan bahsediyor. Kesin bir teşhis (tanı) olmasa bile, bunun özgüven eksikliğinden kaynaklanan “kendini ispat” sendromu olduğu yönünde görüş bildiriyor. Tabiî ki oranı, kişiden kişiye değişmektedir. Bizzat şahit olduğum olaylarda benzer davranış sergileyen insanlarla çok karşılaştım. Gerçekten de bazen üslupları dayanılmaz boyutlara vardığı oluyor. Doğrusu, acınılacak bir durum…
Bazı insanlar, tanıdıklarının çokluğuyla, sahip oldukları mallarıyla, gezdikleri yerlerin çokluğu ile öğünerek, kendilerine “önemli biri” havası vermeye çalışırlar. Bunu başarılarındaki en temel faktör olarak göstermekten müthiş bir zevk alırlar. Onlara sorsan, herkes “sen başarısız bir insansın” demelidir. Karun’un zenginliği benzetmesine çok memnun olurlar daaa, onun sonucunu hatırlamak bile istemezler. Hem dese bile ne çıkar? İnsan “el ne der?!” diye yaşar mı? Kesinlikle hayır! Ne güzel söylemiş atalarımız: “milletin ağzı torba değil ki, büzesin!!” Başkalarının eleştirileri, ancak genel ahlak kurallarına ve insani değerler referans alınarak yapılıyorsa, işte o zaman önemlidir ve dikkate almak gerekir. Eğer bu konuda bir sıkıntı yoksa boş verin gitsin… Çevrenizde buna benzer “böbürlenme” takıntısı olan insanlar varsa, onlara acıyın.. gerçekten.. Çünkü onlar bir zavallı! Kendi içlerindeki hezeyanı, başkalarına saldırarak gidermeye çalışan bir zavallı.
Dr Meyer Friedman konuşmasına; “- Şayet bu teste verdiğiniz “evet” cevabı dörtten daha az ise, “B” tipi insan kategorisine giriyorsunuz demektir. Yani bu, özgüveni yüksek, ne istediğini bilen, hataları ile var olacağını kabul eden insansınız anlamına gelir.” diyerek devam ediyor. Hiç kimse mükemmel değildir, öyle değil mi? Zaten mükemmel olmaya (aşırı) kendini kaptıranların ne derece yanlış tutum içinde olduğunu daha önce söylemiştik. Ve hatalarımızın, aslında bizim için bulunmaz fırsat olduğunu, bunlara bakarak daha iyi şeyler yapmamıza yarayabilecek şeyler olduğunu biliyorsunuz. Ama bunları bilmeyen arkadaşlarınız mutlaka vardır. İşte onlara bu konuları anlatın, hayatlarında bir dönüşümü başlatsınlar. Buna siz sebep olun. Fena mı olur? Herkes bildiğinin öğretmeni, bilmediklerinin öğrencisidir, olmalıdır.
Özgüven eksikliğinin bir başka çeşidi, kişinin kendisini toplumdan saklamaya çalışan, dikkat çekmemeye özen gösteren, varlığını değersiz olarak kabul eden davranış modelidir. Halk arasında “pısırık” olarak nitelenen insan kişiliğidir Bu durumda olan kimseler, duygularını ve ihtiyaçlarını ifade etmeye çekinirler.
Bazılarıysa zayıf özgüvenlerini, çevresindekilere musallat olarak, aslında ne kadar kötü ve ilişilmemesi gereken insan olduklarını empoze etmeye çalışırlar. Sadistçe istekleriyle terör havası estirerek “karizmatik” bir kişilik edindiklerini zannederler. Böyleleri aykırı, “psikopat” kişiliklerdir.
Çoğunlukla önemli bir yerde görev yapan insanların, etrafında bir sürü dostu vardır. Ama bunların çoğu “suni dost”lardır. Şayet günün birinde ellerindeki bu imkânlar giderse, çevresinde pek de dost kalmadığını görmesi şaşılacak bir şey değildir. Bir seminer arasında baş komiserlikten emekli beyefendiyle kısa sohbetimiz olmuştu. Bana bu konuya mükemmel bir örnek olacak kendi hayat hikâyesini anlatmıştı; “-Hocam, ben gümrüklerde görev yaparken çevrem çok genişti. Oldukça popüler, saygı gören, iş camiasının çok sevilen biriydim. Bir an olsun tüccar arkadaşlarım beni yalnız bırakmazdı. Arkadaş çevrem çok genişti. Daha doğrusu ben öyle zannetmiştim. Emekli olduğumda beni arayan dostlarım, bıçak gibi kesildi. Adeta yıkıldım, mahvoldum. Psikolojik destek bile aldım. Meğer onlar benimle sadece pozisyonumdan dolayı dost olmuşlar. Sonraki zamanlarda, bu eksiğimi fark ettim. Şimdi yanımda bana değer verecek gerçek dostlarım var. Eskisi kadar sayıları çok değil. Ama onlar bana, ben olduğum için değer veriyorlar. Geç de olsa hayatımın çok daha anlamlı olduğunu biliyorum”. Çevrenizde böyle örneklere, yaşanmış hayat hikâyelerine rastlıyor musunuz?
Yukarıdaki hikâyede olduğu gibi, kimileri kendilerini elde ettikleri başarı ve kazanımları ile değerli görürler. Bir başka ifadeyle, ne kadar başarılı olurlarsa, o kadar değerli olduklarını hissederler. Oysa insan, gerçek değerini kendi kişilik yapısından alır, almalıdır. Yaptığı iş “kalite” olsa bile, eğer kişiliği geliştirmemiş, paylaşımcı ve sevgi dolu değilse, sadece o alanda başarılı insan olarak bilinirler. Ancak insani değerler açısından eksik olduğu için, iş harici yanına dahi yaklaşılmaması gereken bir kişi olarak algılanması çok normaldir. Adeta başarıları onlar için zararlı olmaya başlar. Her geçen gün dostları azalır. Sahte bir çevreleri vardır. Güçlü oldukları için etrafında bulunan insanlar, bu özelliklerini kaybettiklerinde onu hemen terk ederler. Hem ne terk ediş.. bir daha hatırlamamacasına… Neyse ki, komiserimiz bunu geç de olsa anlamış.
Dr. Meyer Friedman’ın saydığı bu faktörler, aynı zamanda stresi tetikleyici unsurlardır. Bu konuya “iç benliklerimiz” ile ilgili yazımda değineceğim. Ancak size şu kadarını söyleyebilirim; kendinizi olumlu düşünceler ile meşgul edin. Şimdiki sahip olduklarınızı düşünün. Enerjinizi size bir yarar sağlamayacak olumsuz şeyleri tekrar tekrar düşünmeye harcamayın. Ama yaşadığınız can sıkıcı şeyleri, olumlu yaklaşım tarzı ile gözden geçirip, gidişatın zararını en az seviyeye çekmeniz mümkün olabilir. Dale Carnegie’nin dediği gibi: “Mahrum olduklarını değil, sahip olduğun nimetleri hatırla.“ Bunu yapabilir misiniz? Bence denemelisiniz. Bu konuda bakın peygamberimiz ne buyuruyor: “Kanaat, (elde olana şükretme) bitmez tükenmez bir hazinedir” Bu asla bir tembellik değildir. Sadece yeni fırsatları daha sakin ve tevekkül ile beklemek, bunun için çaba sarf etmektir. Ama bu, Hint inanışındaki gibi öylece miskin miskin oturup beklemek değildir. Kanaat anlayışında ise, F.W. Robertson’ un bahsettiği gerçek yatar: “Değiştiremeyeceğimiz bir geçmiş geride dururken, şekillendirip sahip olabileceğimiz bir gelecek bizi bekliyor.”
Dostlarım; özgüven eksikliğinin belirtilerinden biri de rekabetçi yaşam tarzıdır. Kendimizi sürekli diğer insanlarla kıyaslamak, bizi yerimizi koruma veya daha iyi olmaya zorlar. Sorarım size; bir insan her zaman ve her alanda en mükemmel kişi olabilir mi? Hadi bunun çerçevesini daha da daraltalım; insan kendi meslek dalında ve her konuda en iyisi olabilir mi? Bu mümkün değil. O zaman herkes kendi kendine yeter olabilirlerdi. Belki seyretmişsinizdir; televizyon belgesellerinde zaman zaman dağ başında yalnız başına yaşayan insanlar ile yapılan röportajları dikkatle incelerseniz, bu yalnız adamın veya kadının davranışlarındaki tuhaflığı hemen sezersiniz. Yani stersiz yaşam için insanlardan uzaklaşmak, sonuç olarak bize (kim bilir) daha büyük bir “a sosyalleşeme” kazanımı olarak geri döner. Hani şu “virane” evler veya yürünmeyen yollar misalinde olduğu gibi. Ne dersiniz, olması zor bir ihtimal mi? Bence değil.
Başaramadığımız bir hadise ile karşılaştığımızda, olayı bir süre kendi akışına bırakarak, daha sağlıklı düşünebiliriz. İşte o zaman, serinkanlılıkla sağduyumuzun sesini dinleme fırsatını yakalarız.
Dostlarımızla daha da iyisi, işin uzmanı ile yaptığımız fikir alışverişinden ve aldığımız destekle de daha iyi sonuçlara gitmemiz daha akılcı gelmiyor mu sizlere?
Sevgili dostlar; unutmamamız lazımdır ki, birçok olayda olduğu gibi zaman, en iyi ilaçtır. Ne güzel söylemiş Yunus: “ Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler.” Onun hakkımızda vereceği nihai karara kim itiraz eder ve itimat (güvenme) etmez ki?
Haftaya son adımı ve bu konudaki son makalemizde, “Y” (Hayatını Buna Göre) YÖNET konusunu ele alırız. Ama siz de bu paylaştığımız bilgileri dostlarınızla paylaşın, olmaz mı? Öğrendiklerimizi unutmamamızın için en pratik çözüm, bunları başkalarına aktarmak olduğunu biliyor muydunuz? Şüphesiz bilenleriniz vardır. Ama artık bilmeyenleriniz de bu pratik ve faydalı yolu biliyor artık. Neden bunu hemen yapmıyorsunuz? Hepinize esenlik, huzur, gönül ferahlığı ile geçireceğiniz bir hafta diliyorum. Umut ve sevgiyle, paylaşılan hayata doğru…
İsmail Hakkı Kar
İnsan İlişkileri Ustası
(devam edecek)
Facebookta paylaş
Twitter'da paylaş
Google+'da paylaş!
Pinterest'te paylaş!