Merhaba sevgili dostlar!
Seminerlerimden birinde bu konuyu anlatırken düşünceli bir hanım dikkatimi çekti. Konuşmayı bırakıp, bir süre ona baktım. Bunu fark edince, ona neden çok düşünceli olduğunu sordum. “ -Hocam bunları anlatmasına anlatıyorsunuz da, neden sorunsuz bir dünya kuramıyoruz ki? Sorunlarla beraber yaşamak zorunda mıyız?” diye sorduğunda kendisine; “- İyi ki sorunlar var. Yoksa yaşamak dayanılmaz olurdu” dedim. Tabi salonda müthiş bir şaşkınlık! Onlara; “-düşünsenize aynı zevklere, aynı dünya görüşüne, aynı kültüre, aynı dini inanca.. aynı.. aynı.. sahip insanlarla dolu bir dünya.. Ne kadar dayanılmaz bir monotonluk oludu. O zaman biz neyle mücadele edeceğiz? Yaşamın bir anlamı kalır mı? Yeni şeyler icat olur mu? Sıkıcı, tek düze bir dünya.” dedim.
Ekvator kuşağındaki ülkelerin insanları, nerdeyse dört mevsimi aynı anda yaşayan ülkemize geliyor ve hayran kalıyorlar. Acaba neden? Kayak tesislerinde kar üstünde kayarken, bir iki saat sonra denize girebilmenin verdiği değişiklik hazzı.. o tatlı duygu olmasın? Ben bu misali verirken bir bey buna benzer ülkede yıllarca çalıştığını, o yüzden ülkemizin kıymetini daha fazla anladığını söyledi.
Peki, işin can sıkıcı yanı nedir? Bana kalırsa asıl sorun, Kış günü evimizde bizi ısıtacak bir sobanın olamaması gibi, bazılarımızın sorunları “medenice” halletme becerisinden biraz mahrum olmasıdır. Bana öyle geliyor ki bu becerimizi güçlendirirsek, oldukça kaliteli bir yaşamımızın önünde ne tür engel kalabilir ki?
Eğitimlerde sıkça kullandığımız 10/90 kuralımız var. Özeti şudur; hayatımızın % 10’u bizim dışımızda oluşan şeylerden oluşur. Ama geri kalan %90’lık kısmında, takındığımız tutumla bunu lehimize veya aleyhimize çevirerek istediğimiz sonuca ulaşırız. Bu bizim elimizde. Misal mi istiyorsunuz? Allah esirgesin, diyelim ki yeni aldığınız arabanızla kırmızı ışıkta dururken, arkadan bir araç size hızla çarptı. Hasar büyüktür. Çok kurku yaşadınız. Şoku atlattıktan sonra hışımla arabadan indiniz. Arkadaki araçtaki şoförü paylayacak, beklide dövüşecek sizin. Kesinlikle olumsuz bir diyalog olacak. Ama bir de baktınız ki, adam direksiyona yığılmış. Ufak bir kontrolden sonra kalp krizi geçirdiğini anladınız. Takındığınız tavır yine aynı olur mu? Elbette olmaz. Ruh sağlığı yerinde her insanın başka duyguları depreşir; merhamet. Peki, sorarım size, arabadaki hasar ortadan kalktı mı? Tabiî ki hayır. Değişen şey, sizin belirlediğiniz farklı bir tutum seçmeniz. Bunu çeşitli örneklerle siz de çoğaltabilirisiniz.
Geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim. Randevuyu halledip görüşmek için buluştuğumuzda ikinci adımı da atmalıyız; konuşmaya iltifatla (övgü) başlamalıyız. Bir seminerimde katılımcı bey “- Hocam zaten onunla problemim var. O an ben karşımdakini (varsa bile) motive edici özelliğini bulamam. Hiç kusura bakma!.” demişti. Oysa her insanın övülecek bir davranışı mutlaka vardır. Yeter ki onu görmeye çalışalım. Hem, kimse olumsuz davranışlarını konuşarak olumlu diyalog sağladığına ben şahit olmadım. Belki, çekindiğinden ikna olur. Ama uzlaşıp, hem fikir olmazlar. Bu konuda Prof. Dr. Oğuz Türkkan hocanın “İkna ve uzlaşma sanatı” kitabını okumanızı tavsiye ederim. Mesela buna “- ne kadar zevkli giyiniyorsun.” yâda “- araba garajını gördüm. Çok güzel tasarlamışsın.” örneklerini verebiliriz. Bu onun gönlünde hoş duyguların oluşmasına yol açar.
Üçüncü adımda, aramızda geçen olumsuzlukları, “haber spikeri” tarzıyla ifade etmeliyiz. Yani işin içine duygularımızı katmadan. Bunu, aramızdaki sorunumuzun cereyan edişini sadece haber verirmişçesine yapmalıyız. Faraza muhal; “-toplantılarda bana yaptığın eleştirilerden sonra, ortam geriliyor ve asıl konumuzun dışına çıkıyoruz.” gibi. Ama sesimizi iyi ayarlamamız gerektiğini unutmamalıyız. Ne kadar alınıp, kızsak da bunu hissettirmeden konuşmalıyız. Biliyorum, bu yer yer insanı zorlar. Eğitimlerimde kullandığım, tam da bu konuya uyan bir sloganımı sizinle paylaşmak isterim; “uzun vadeli rahat için, kısa vadeli sıkıntıya katlanmak gerek.”
Dördüncü adımda, muhatabımıza aramızda olan sorunundan nasıl etkilediğimizi belirtmeliyiz. Ama bunu çoğunlukla yapıldığı gibi suçlar tarzda “sen” dili ile değil, “ben“ dili ile yapmalıyız. Peki, “sen” dili ile yaptığımız konuşmadan sonra ne oluyor? Karşımızdaki insan da hemen gardını alarak, savunmaya veya duruma göre saldırıya geçiyor. Çünkü kendine bir saldırı hissediyor. Sonuç, tek kelimeyle hüsran… Hem de iki taraf için. Örneğin şöyle söyleyebiliriz. “- ……..bey/hanım/evladım vs.; ıslak şemsiyeni ortalık yerde bırakman, beni çok kızdırıyor ve üzüyor. O güne moralim bozuk başlıyorum.” gibi. Şunu da hemen söyleyeyim; her görüşmede bir konuyu, belki onunla bağlantılı bir başka konuyu konuşmalıyız. Rahmetlik bir akrabam laf bu konulara gelip çatarsa, “Oğlul; kabahat samurdan kürk olsa, kimse onu giymez.” Dolaysı ile tüm olumsuzlukları gündeme almanın (karşı tarafa ağır gelip, kaldıramayacağından) bir anlamı var mı sizce? Bence zamana yaymak en isabetli olanıdır.. ne dersiniz?
Beşinci adımda, sorunun çözümü için nasıl bir yöntem belirleyeceğimizi karşı tarafa ifade etmeliyiz. Etmeliyiz ama yine “ben” dili ile yapmalıyız.. Şu bir kuraldır dostlar; “sen” dili, sadece “duygudaşlık kurmada” kullanılır. Ama bu empatik adımları atan kişinin ya karşı tarafça kabul gören bir kişiliği olmalı yâda kamuoyunca bu konuda otoriteye sahip, ehliyetli biri olmalıdır. Riske girmeye gerek yok. İyisi mi biz “ben” dinli kullanalım.
Konumuza dönecek olursak, ben dili ile yapılacakları muhatabımıza iletirsek, mesela şöyle dersek; “…………..; şemsiyen ıslakken onu (neresi en uygun ise) ……ya koymanı arzu ediyorum. Böyle olması ikimiz içinde sorun olmaz.” Şöyle bir arkanıza yaslanın ve hayal edin.. Eminim olumlu havayı hissediyorsunuzdur.
Aramızda üst makamlarda olan amirler, konumları gereği bunu uygulamanın, astlarınca suiistimallere yol açacağını düşünebilirler. Efendim; her uygulamanın (olumlu olsa bile) dozu ve zamanlamasının dikkatle takibi önemli olduğunu söylemeliyim. Ancak, kim ne konumda olursa olsun şunu unutmamalı; insan, insan olduğundan dolayı değerlidir. Yani önce insandır. Eğer yaptığı olumsuz işler varsa, işte bunlar kötüdür. Her zaman eğitimlerimde ifade ettiğim bir sloganım var; “Değer veren, değer görür. Gayrisi (bunun dışındakiler) görüntüdür.” Bu durum, yaşamın her alanı için geçerli ve değişmez bir kuraldır. İster ana baba, iş yeri, toplumsal bir statü, isterse kamunun her kesimindeki idari pozisyon olsun, bu kural ve sonuçları değişmez. Ama bazı insanlar, çekinildiğinden (sanki değer veriyormuş gibi) davranışlar sergilenir. Sevgili anne- babalar; lütfen her şeyi yapma hakkımız olduğu kanaatine kapılmayalım.. sakın! Bu bize yaratıcı tarafından verilen (sorumluluklarımız çerçevesinde) bir statüdür. Hepsi bu. Yani iş yapmak için, görev yapmamız için. Yoksa güç kullanmak lüksüne sahip olalım diye değil. Kaldı ki hepimiz, gerçek saygı görmemizin kendi olgun kişiliğimizden kaynaklandığı gerçeğini unutmamalıyız. Bu konuya (sevgi – korku disiplini) başka bir yazımızda etraflıca değiniriz.
Son olarak da altıncı adımı atıp, içtenlikle ve samimiyetle teşekkür etmeliyiz. Duruma göre de iltifatlarımızı esirgememeliyiz. Bu, yarayı pansuman edip temizledikten sonra sarmak gibidir. Ve insanlara verilen en güzel ödüldür. Senelerce bunun tadı unutulmaz. İnsana verdiği mutluluk ve hazzın izahını yapmak için hiçbir lisan yetmez. Mevlana ne güzel diyor; “Dil, gönlü yüzdüren gemidir.” Tabi bu söz, kabul edenlerimize ve uygulayanlarımıza vereceği faydanın daha çok olduğunu kabul etmemiz şartıyla.
İşte dostlar; yukarıda bahsettiğimiz “altı adım”, hayatımızdaki tüm sorunlarımızı çözmek için kullanabileceğimiz faydalı bir yöntemdir. Daha az gerilimli bir yaşam sürmeyi kim istemez? Zaten bildiğim kadarı ile başka bir usulle problemleri çözmek de mümkün görünmüyor. En azında ben bilmiyorum. Ama bu altı adım prensibinin, sürekli uygulama ile performansımızın yavaş yavaş geliştiğini, aldığımız veriminin artacağını da kabul etmeliyiz. Bilirsiniz; alet ve malzeme aynı olsa bile, bilmediğimiz ve hiç yapmadığımız bir işi, ustası gibi yapamayacağımız hepimizin malumudur ya.. işte bu misal…
Hepinize sağlıklı, mutlu, huzurlu ve başarılı bir hafta diliyorum. Esenlikle kalın. Umut ve sevgiden ayrılmayın…
İsmail Hakkı Kar
İnsan İlişkileri Ustası
Facebookta paylaş
Twitter'da paylaş
Google+'da paylaş!
Pinterest'te paylaş!